Showing posts with label Turkish. Show all posts
Showing posts with label Turkish. Show all posts

Bio-Norm

Giorgione, Sleeping Venus

Bütün fikirlerinle, seni iyi ve kötü yapan her şeyinle uzanıyorsun.
Ne kadar da etkisiz uzanıyorsun.

Kapladığın alan ne kadar da az,
Boyun ne kadar da kısa,
Hacmin ne kadar da ortalama,
Ne kadar sıradan uzanıyorsun böyle.

Sözlerin olmasa ne kadar da farkedilmezsin.

Ne kadar da sınırlar dahilindesin böyle.
Tahmin edilebilirsin.
Prensip sahibisin.

Hızın, hareketin, sesin...
Bu sensin.

Çekiver o bezleri,
Ortaya çıksın sıradan tenin.

Kabul Etmeliler!


Bu akşam Baylan'da, mum ışığında kızımla konuştuk ve 7 yaşında birine göre ilginç şeyler söyledi:

- Babalar kızlarının sevgililerini hep sınavdan geçirir zaten.
- Nereden çıkardın bunu?
- Dizide gördüm, Yahşi Cazibe.
- Neden bu sınav?
- Güvenemiyorlar.
- Neden güvenemiyorlar?
- Erkekler...
- ...?
- Erkeklerin huyu işte.
- Peki, ne yapmaları gerekir?
- Kabul etmeliler.
- Ya geri zekalının tekini getirirsen sevgili diye?
- Ben geri zekalı birini getirmem. O kadar mal değilim.

Kabul etmeliyiz beyler. O kadar :\

Shadows at Night


Do you think this is haiku?

Turkish:
karanlık gecede
gölgeler yerde
dolunay!
English:
in the dark of the night
shadows lie
full moonlight!
Below translation comes from my friend Günnur:
gecenin karanlık yüzünde
gölgeler yalan söyler
ay son haddinde

Silence

Image provided from Anam Cara
Do you think this is haiku?
First, Turkish:
Kapı tek.
Gelen yok.
Tak tak!
The English translation is as follows:
The only gate
No one gets.
Knock knock!

Sen Bana Aşıksan Ben de Sana Aşığım


Kızım bugün şiir yazdı :)

Sen Bana Aşıksan Ben de Sana Aşığım
Belki daha güzel kokabilir
Belki daha güzel olabilir
Ama kimse onun kadar sevgili olamaz.
                                                              22 Mart 2013

Sex-u-ality


Bugün Baudrillard'ın cinsel kimlik üzerine düşüncelerini derleyen bir makale okudum. Hemen cin fikirli adam tavrıyla "ben bunu düşünmüştüm" dedim. Ama gerçekten düşünmüştüm :) 6 Haziran 2011 tarihinde bir arkadaşıma attığım e-postayı aşağıya kopyalıyorum:

"...Birkaç düşüncemi sizle paylaşmak istiyorum: Erkek ve kadın olarak var olmanın mikro tarihi konusu ilgimi çekmeye başladı son zamanlarda.Tabi zamanında Michel Foucault yazmış: Deliliğin Tarihi, Cinselliğin Tarihi, Kliniğin Tarihi vs...
CNBC-E'de gösterilen Spartacus dizisinin Maslak'taki dev afişi dikkatimi çekti:
Elindeki kılıcı havaya kaldırmış, zafer çığlığı atan bir gladyatör. Son derece maskülen. Başarmışlık, güç, erkeklik kokuyor. Hayatın gerçeğine yakın.
Sonra aklıma bir orta çağ adamı geldi: Eve girer, evde kadınları ve çocukları vardır. Eve yemek getirmiştir.Kadınları onu pişirir. O adam kendisine kudret veren kadın, çocuk, toprak gibi değerleri korumak için ölebilir, öldürebilir. Az konuşur. Çok hareket eder.
Sonra kendime baktım. Takım elbiseli, ofise giden. Kadınlı erkekli karışık düzende oturup bilgisayar karşısında iş yapan "modern" birey.
Yanımda oturan kadınla beni ayıran "şeyler"in adedi çok çok azalmış. Öyle ki birbirimizi tanımlayamaz olmuşuz gibi geliyor.
Tabi ki ataerkil geleneğin gölgesi erkeği 3-5 adım önde tutuyor hala ama şu zamanda ne erkek erkekliğini biliyor, ne de kadın kadınlığını.
İşin ilginç yanı hala kadın-erkek cinsel etkileşimi devam edebiliyor. Bir kadın kendine bu denli benzeyen bir adamı neden beğenir?
Benzer işler yapıyor, benzer arabalar kullanıyor, benzer parfümleri kullanıyor, benzer zevkleri var, benzer hisler vs...
Jean Baudrillard'ın bahsetiği simulakra/simulasyon odaklı post modern modelde, daima başka göstergelere işaret eden göstergeler dünyasında ayağımızı yere sağlam basmamızı sağlayacak referanslar bulmakta zorlanıyoruz ve cinselliğimiz de bu bulanık ortamdan menfi manada nasibini alıyor bence.
Tanıdığım kadınların çoğu erkek gibi düşünüyor, erkekler de kadın gibi. Aradaki çizgi çok flu...
Kendini öteki üzerinde var etme paradigması işlemez hale gemekte sanki.
Oysa gladyatörün yaşamı  ne kadar net: Erkek gibi savaş. Kazan. Sevin. Ye. İç. Seks yap. Öl.
Düşüncelerimi organize bir biçimde veremediğimin farkındayım, umarım fazla gürültü yapmamışımdır.
Sevgiler."

Not: Evet, sıkıcı biriyim :)

My Old Writings 16

This text reveals how boring and bored I can be. In addition, it reveals how fast I am changing in time. I wrote this text in a rush two or three years ago. I love the feeling of reflection when I find such writings of mine in the depths of my hard disk.

At the beginning, a repeating childish cry to mother is the base motive. Then the man realizes and accepts the situation and envisions a realistic path for himself :)

And once again, thank God, we are changing... Here it is:


Ben yolumu bulamadım anne.
Karanlığım,
   aydınlığım,
      alacakaranlığım...
Bitmeyen sürgünlük.
Kimsede yok benim ilacım.
O duru hissizlik ve tedirginlik
   Her anımda yanımda.
Yollarımı çizemedim
Çizdim de beğenmedim.
Gündelik
   sohbetler,
      ilişkiler,
         eğlenceler...
Basit
   yatıştırıcılar.
Eski günlerin sıcaklığı vardı...
   Nadiren dolardı içime.
O da kalmadı anne.
Beni sen de anlamazsın anne.
Keskin kalıplar boğuyor beni
   Midemi bulandırıyor.
Sen bana ilkokludayken de,
   sonrasında da
      yol göstermedin ki anne.
Yolumu ben hep kendim mi buldum?
O yolllar yol değilmiş anne.
Şekere üşüşen sinekler gibi kümeleşen mutlu insanlardan olamadım anne.
Rahat olamadım ben.
Çok mutlu olamadım.
Gözlerimi huzurla kapayamadım.
Kendimi kandırmak gibi geliyor bunlar hep.
Düne de,
   yarına da
      ölü gibi tepkisiz oldum ben artık.
Sadece şu ana,
   ve onun beni soktuğu kalıba karşı tepkiliyim.
Koca,
   baba,
      oğul,
         erkek,
            mühendis,
               bankacı...
Ben bunlar mıyım?
Keşke daha sonra doğursaydın beni anne.
Hayatın su gibi berrak olacağı zamanlara gönderseydin.
İdealim yok anneciğim.
Tutkum yok.
İnancım yok.
Heyecanım yok.
Teselli kaynağım yok.
Tekim.
Zaten hep öyle değil miydim?
Herkes öyle değil mi?
Şimdi neden sana sesleniyorum anne?
İçgüdü olsa gerek.
Adaptasyon devam ediyor
Zamanla olacak herşey.
Derin kopuşun sancısı dinecek.
Ve rotamı yine ben,
   tek başıma çizeceğim.
Anın hareketliliği,
   adiliği,
      sıkıcılığı,
         tekdüzeliği
            bana vız gelecek.
Daima açık gözlerimle var olacağım.
Kendim olacağım,
   Mutlu bir kedi yavrusu değil.
Belki dingin biri...
Ben...
Başkası değil...

Father


I have examined my ideas about being a man through a family perspective in one of my older posts. I still have doubts on this topic but it seems that Can Yücel had solved the equation as being the son of our legendary minister of education, Hasan Âli Yücel. I adore people who has straight opinions about their lives. I am sorry but I am not one of them.

Anyway, to make the story short I am sharing Can Yücel's poem that was published in the book, Altısıbiyerde, in 1988. This might be the best Turkish poem which describes a father from his son's eyes.

Hayatta Ben En Çok Babamı Sevdim

Hayatta ben en çok babamı sevdim.
Karaçalılar gibi yardan bitme bir çocuk
Çarpı bacaklarıyla – ha düştü, ha düşecek –
Nasıl koşarsa ardından bir devin,
O çapkın babamı ben öyle sevdim.
Bilmezdi ki oturduğumuz semti,
Geldi mi de gidici – hep, hepp acele işi! –
Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi.
Atlastan bakardım nereye gitti,
Öyle öyle ezber ettim gurbeti.
Sevinçten uçardım hasta oldum mu,
40’ı geçerse ateş, çağ’rırlar İstanbul’a,
Bi helallaşmak ister elbet, diğ’mi, oğluyla!
Tifoyken başardım bu aşk oy’nunu,
Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu.
En son teftişine çıkana değin
Koştururken ardından o uçmaktaki devin,
Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için
Açıldı nefesim, fikrim, canevim.
Hayatta ben en çok babamı sevdim.
                                                            Can Yücel

Wish

Painting by Bill Sharp

I am sharing a delicious poem which pictures the cosy feelings of an intellectual man. The poem belongs to  Cevdet Kudret Solok whose biography is very very interesting.
Here you are:
DİLEK
Bir küçük, bir küçücük evim olsa;
İçinde bir küçük, bir küçücük halım olsa;
Bütün bunlar benim öz malım olsa.
Masam, mürekkebim, etajerim,
Penceresinde benim perdelerim,
Etajerinde kitaplarım olsa.
Bir ufak, bir minicik evim olsa;
İçinde bir kadın, beni parasız pulsuz seven bir kadın
Bu kadın karım olsa!
Nerde, hangi şehirde olursa olsun,
Bir küçük, bir küçücük evim bulunsun,
Bir ufacık halım olsun yeter,
Yeter de artar bile!
Nerde, hangi şehirde olursa olsun,
Etajerim, kitaplarım olsun,
Beni parasız pulsuz seven karım olsun yeter,
Yeter de artar bile!

Wind the Clock


Charles Bukowski simply touches my soul...
The story began like this: I was on my blogger dashboard and I realized that I had one more follower: I have a few followers so that I can easily keep track of them :) First I have thought about how pathetic I am, then I started to read my new follower's blog. And I got shot by the killer melodies of Dadafon. A great song, slow day, from the soundtrack of Factotum was playing on the blog. Lyrics of the song are from a wonderful Bukowski poem called "wind the clock" which was published in the book "What Matters Most is How Well You Walk Through the Fire". I am writing the poem below:
it's just a slow day moving into a slow night.
it doesn't matter what you do
everything just stays the same.
the cats sleep it off, the dogs don't
bark,
it's just a slow day moving into a slow night.
there's nothing even dying,
it's just more waiting through a slow day moving
into a slow night.
you don't even hear the water running,
the walls just stand there
and the doors don't open.
it's just a slow day moving into a slow night.
the rain has stopped,
you can't hear a siren anywhere,
your wristwatch has a dead battery,
the cigarette lighter is out of fluid,
it's just a slow day moving into a slow night,
it's just more waiting through a slow day moving
into a slow night
like tomorrow's never going to come
and when it does
it'll be the same damn thing.
Listening to the song and reading the words make me feel so real and relieved. Mmmmm.
Turkish translation of the book is "Bir tek ben miyim böyle yaşayan?". The translator is Avi Pardo who is the best when it comes to translate Bukowski books into Turkish. I am giving the Turkish version of the poem, "saati kur", here:
ağır bir geceye doğru ilerleyen ağır bir gün
ne yaparsan yap
her şey olduğu gibi kalıyor.
kediler uyukluyor, köpekler
havlamıyor,
ağır bir geceye doğru ilerleyen ağır bir gün.
ölen bir şey bile yok.
ağır bir geceye doğru ilerleyen ağır bir günde
bir bekleyiş.
su borularından akan su sesi bile duyulmuyor.
duvarlar öylece duruyor,
kapılar açılmıyor.
ağır bir geceye doğru ilerleyen ağır bir gün.
yağmur dindi,
bir siren sesi bile yok,
kol saatinin pili bitmiş,
çakmağın gazı tükenmiş,
ağır bir geceye doğru ilerleyen ağır bir gün,
bir bekleyiş daha ağırbir geceye doğru
ilerleyen ağır bir günde
yarın asla gemeyecekmiş gibi
ve geldiğinde
aynı lanet şey olacak.
To me, what makes Charles Bukowski is a genius is that he merely wrote about his daily life and he did it by using a raw language. Reading the daily observations of a regular guy who writes with no regard to literary worries and artistic concerns is very likely to be a boring experience but it is not true for Bukowski.
His frank words and brutal style will always heal my deprived soul.
Thank you Hank, thank you Avi, thank you Euphrates :)

My Old Writings 15

It is a sweet poem that injects relief to me :) Writen in 2004.

Bugün değil, yarın topla saçlarını
Yarın düşsün ilk yağmur tanesi, bugün değil
Bugün üzmeyelim birbirimizi, düşünmeyelim...
Yarın...
Bugün...
Belki evleniriz öbür gün,
Yarın alırız alacakalarımızı
Paramız cebimizde kalsın bugün.
Yarın ağlarız,
Gül bugün.
Bugün taze çimenler gibi olsun yüreğin
Yarın da, öbür gün de....
Eşi dostu aramayalım bugün,
Yarın onlar arasın erkenden
Şafak vakti uyanırız yarın, bugün değil.
Bugün değil, yarın gelsin dünyaya barış
Öbür gün de kardeşlik hakim olsun
Bugün boş geçsin, yarın dopdolu
Yaşayacak halim yok bugün
Zaten ömrümüz üç gün
Bugün, yarın, öbür gün.
Öbür günden sonra gelsin ölüm.

My Old Writings 14

It is another experimental poem named "rahatla" :) Written in 2001.

İçim küçük,
İçim eriyor...
Nefes alamam,
Ölemem!
Yaşayamam!
Ağlarım
Ağlarım
Ağlarım...
Ağlamam!
Gülerim!
İçim büyük,
İçim serin,
İçim mavi
Yaşarım
Yaşarım
Yaşarım...
Ölürüm!

My Old Writings 13

It is an abstract poem from 2001. It is called "devinim" :)

Su akıyor
Biz yaşıyoruz
Su uçuyor
Biz gülüyoruz
Su donuyor
Hüzünleniyoruz
Su düşüyor
Ağlıyoruz
Su eriyor
Biz aşık...
Su akıyor
Biz yaşıyoruz
Su uçuyor
Ölüm!

My Old Writings 12

Written in 2004. If my memory is not tricking me, I wrote this when I was terribly drunk, on a very cold November night.

Gözlerindeki derinlikten bahsetmek haz vermiyor artık bana. Köprücük kemiğinin çukurundaki bir damla kanla yoğruldum ben. Ve ateşle, binlerce yıldır yanan. Destanların doğuşu kadar eskidir sana duyduğum aşk. Ve bir şiir kadar akıcı ve kesik ve taze... Sonlandırılmamış cümlelerin öznesi olduğundan bahsetmem asla. Dönen başımın bana verdiği rahatsızlığı da bilmezsin. Sen sadece hülyalı gözlerindeki aşk kıvılcımını övmemi beklersin benden. İçinde miyim dışında mı sevgilim?
Beni koyduğun yerdeyim.

Yalan söyledim sana!

Gözlerin keşfedebildiğim kadar derin. Ve ben yaptığım işleri, bakışlarına kattığım anlam da dahil olmak üzere, çok sevdim hep. Zamanın kölesi olarak geçirdiğim yıllardan ben değil tanrı sorumludur.

Bembeyaz bir gecede, sert poyrazın hükmü altında yaratıldım ben. Ben ki asla yok olmayacağım. Dudaklarım şu anki gibi yarı açık kalacak sonsuzlukta. Fısıltılarım yok olmayacak asla.

Kum bitmeyecek hiç. Su bitecek.

Zehir çoğalacak, nefes bitecek.

Geriye sadece yazılanlar kalacak.

Ve anılar yarım yamalak.

Kalbin yine atacak kulağımın tam dibinde.

Bora geçecek, meltem gelecek ve tatlı tenini akşam beşte okşayacak. Ve sen ufukta beni arayacaksın, sana anlattığım rüyayı anımsayacaksın. Ellerini uzatacaksın, serin yoklukla buluşacaksın.

Ağlayacaksın.

Uyuyacaksın.

Güneş tekrar doğacak.

Çayın tadı kalmayacak.

Yarı eskimiş ayakkabıları arayacaksın; bulduğunda tatmin olmayacaksın.

Hayat geçecek, bir kahkaham kalacak, bir gülünç anım, bir uyanışım, bir öpüşüm ve bir gölgem bir de kokum, çarşaflara sinmiş.

Hayatım!

Yalnızlığının en umutsuz noktasında, ayaklarını buz kestiren bora ben olacağım. Yeteri kadar soğuksan, herşey sana sıcak gelir; unutma. Ve soğuğa çare bulursun, cehennem ateşine asla.

My Old Writings 11

A poem by 2004.

Bir gömlek giysen, beyaz
Tenin erise, gömek ıslansa damla damla
Saçların ıslansa
Kirpiklerin ıslanıp üçerli beşerli kümelense
                                           iri gözlerinin etrafında
Gömlek yok olsa boncuk boncuk
Kalem erise
Mürekkep dağılsa
Söz uçsa
Ten kalsa

My Old Writings 10

A short story by 2004. An intresting fantasy :) I like the "words in the sky" theory.

Gözlerim açık!

Ne zaman hayranlık duyulana ulaşılacak? Ne zaman insanlığın içinde olduğu keder bitecek? Niçin her zaman aklımıza ilk geleni söyleriz de kendi hüsranının içinde kaybolmuşların şiirsel çığlığını duymazdan geliriz? Soruların sonunu bulmaya çalışmak elbette ümitsizliğe iter insanı. “Ümidini yitirdiğinde bulacaksın çıkışı” temasını işleyen yüzlerce yazı, onlarca kitap yazılmıştır bugüne dek. Bir fincan çayı anlatan altı cilt kitap yazılmıştır, ümitsiz aşkın yüceliğini işleyen destanlar vardır dünya edebiyatında; kayboluşun buluş için en iyi başlangıç olduğuysa doğru olan, varlığın özü yoklukla anlaşılacaksa, insan bir gün asla düşünü dahi kuramayacağı renkler içeren resimler yapacaksa, ya da kendi pisliği içinde titreyerek varlığını toprağa teslim edecekse zift karası bir Kasım gecesinde; hangi mesihin demeçleri su serpecek yüreklere, hangi melodi alıp götürecek bizleri üzerinde masmavi göğün yükseldiği yeşil tepelere?

Gözlerim tamamen açık, kalbim durmadan pompalıyor damarlarıma kızıl yaşamı! Yanağımdan aşağı süzülen ılık damlanın nedeni kimin şiiri? Mideme doldurduğum sarı parıltı, ciğerlerime çektiğim mavi duman, üzerinde eridiğim esmer kadın ve uzun süredir aklımdaki yerini zerre kadar değiştirmeyen sabit fikir: YER DEĞİŞTİRMEK! Bir yerde ölüp başka bir yerde doğmak. Tertemiz! Teknolojiden habersiz, savaştan ve güçten habersiz, hamile pornosundan, çocuk fuhuşundan habersiz, yazılmış milyonlarca satırdan ve yazılmakta olanlardan uzak, her saat ve her saniye nöronlarımı uyaran ve beynimi çürüten onlar-binler-milyonlarla ölçülebilecek veri akışına maruz kalmayacağım halde, su kadar şekilsiz ve su kadar berrak!

Gözlerim açık! Dört kişilik, son derece güçlü bir motoru olan mavi bir araba kullanmaktayım. Gidiyorum bilmediğim bir yere doğru. Hedefi bilenler, sessizce çığlık atan trafik tabelaları. Önüm boş, dikiz aynasında uzanıyor yılan gibi asfalt. Huzur! İnsanlığı düşünüyorum. Yakınımda olup da bana medeniyeti anımsatan şeyler son derece sınırlı: Ben, arabam ve yol. Bu ıssızlığa yol yapmayı kimler düşünmüş diye soruyorum kendime. Issızlığı gidilebilir kılan şey, harıl harıl çalışmış olan kalabalıklar mıdır hep? Milyonların yaşadığı şehrin göbeğinde ıssız, sakin bir lokanta açar birileri. Sana senle olma şansı verirler. Buralarda sigarasının dumanıyla dertleşen, kendi kahvesinin falına bakan kadın ve erkekler vardır. O kadın ve erkeklerin dünyasına hiç kimse giremez: Sigaramın dumanına söylediklerimi tek ben bilirim, kahvemin telvesindekileri bir sır gibi saklarım. Belki sizler bu davranışımı son derece sosyallik dışı, ketumca bir tutum olarak nitelersiniz fakat benim kuramım biraz farklı:

Bir nefes dumana yüklü kelimeler, kimse duymadan, helezonlar çizerek havaya karışır. Kim bilir ne zaman yağmur olup yağacaklar? Sema sözcüklerle dolu. Bu sebepledir ki sessizliği paylaşanlar, sıra konuşmaya gelince havadan bahsederler ilkin. Söylenmemişler olmasa, ne havanın tadı kalır ne de muhabbetin. İki düşünüp bir söylemenin getirdiği bilgeliğin sırrı burada saklıdır. Aşk söylenmeyene duyulur. “En güzel söz henüz söylenmedi” demiştir sarışın ve uzaklarda ölmüş olan şair. Bu sözler bir zaman sonra yağmur olup yağacak. O yağmurun suyuyla kahve yapılacak, su telvede iz bırakacak. Sudaki sözcüklerin izleri! Fal bakılacak; sözcüklerin izi sürülecek. Ve fal çıkacak! İşleyiş böyle olmasa bin yıldır kahve falına neden bakılsın? Gelelim şimşeklere: Birbirine düşman olanların söylemeyip göğe taşıdığı kelimeleri taşıyan bulutlar karşılaşınca gök gürler, şimşek çakar. Bunlar söylenirse ne olur? SAVAŞ!

Anlattıklarım delice belki ama hayatta kalmak için, hayata anlam yüklemek için yapılan, aşık olmak da dahil, çoğu hareket kadar delice. Tüm bunların yanında ıssızlığa talep o denli yoğundur ki içinde mahşer kalabalığı barındıran şehirde birkaç aya kalmaz yok olur o sakin ve sana güzel yemek ve içkiler eşliğinde seni sunan vaha.

Yolda yaşadığım da bu oldu: TRAFİK SIKIŞTI! Tahminen bir yerleşim bölgesi yakınlarındaydım. Giriş tabelası olmayan bir şehir. Yaşadığım kentten alışıktım sıkışan trafiğe. Bir saat sonra hala aynı yerdeydim, üç saat sonra aynı yerdeydim. Motoru susturalı dört saat otuz dakika geçmişti ve yoldaki araçlarda en ufak bir haraket dahi yoktu. Olanlar mı? Klakson sesleri, küfürler, sesi sonuna kadar açılmış radyolar, arabanın içinde sıcaktan bunaldığı için kendisine işkence yapılıyormuşçasına çığlıklar atarak ağlayan bebekler, sabırsızlık, kapana sıkışmışlık dolu histeri nöbetleri, yan arabadaki seks makinası kadını etkileme çabaları, curcuna, yolu tıkayan şeyi görememenin verdiği inanılmaz merak ve bu merakın giderilemeyişinden kaynaklanan çaresizlik ve yarı delilik, cehennemi andıran sıcaklık ve ıssızlığın ölümü.

Tam iki gün geçti. Koskoca iki gün. Artık hareket edemiyorduk. Şehrin ortasındaki vahanın kayboluşu gibi bu uçsuz bucaksız ve sonu belirsiz yol ile bağdaştırdığım yeniden doğma duygusu ve hedefimin mahremiyeti kaybolmuştu. Arzı aşan bir talep ile başbaşaydım. Başbaşaydık. Umut dolu yolu doldurmuş olan yüzlerce otomobil, karavan, kamyonet, arazi aracı günledir bir santimetre dahi ilerleyememişti. Neler olup bittiğini anlayamıyorduk ama temel ihtiyaçlarımızı gidermemiz gerekliydi. Biz de giderdik. Önce araçlarımızda bulunanları yeyip içtik, onlar bitince alet çantalarıımızdaki çekiçlerle avlanmaya başladık. Ve ister istemez sosyalleştik. İş bölümü yaptık. Seviştik. Arabada sevişmek bir fantezi değil, zorunluluktu artık. Neden ilerleyemediğimiz konusunda tahminlerde bulunduk. Efsanevi sözler edenler çıtkı yaşlılar arasında: Devlet kapatmış yolu. Çünkü bu yolun devamı çok gizli askeri araştırmaların yapıldığı üslere gidiyormuş ve bizler onların çarklarına çomak sokmak isteyenlermişiz. Bu yol bizim kaderimizmiş ve de lanetliymiş. Hepimiz lanetlenmişiz ve burada ölmeye mahkum olmuşuz. Daha neler neler... Ben ise basit düşünüyordum. Ya ileride, benim gibi huzura direksiyon sallayan biri feci bir kaza yapıp yolun kapanmasına neden olmuştu ya da yol bitmişti. İki olasılık da ders verir nitelikteydi: Umuda yolculuk eden birilerinin başarısızlığı diğer umut yolcularına atalet verir veya umut bitmiştir ki bu da atalet verir. İlginçtir ki kimse geri dönmek istemiyordu. Burada kalınması gerekiyordu sanki. Buradan çıkış vardı ama yoktu. Burası umut şehriydi. Ve bu umut şehrinde lider ruhlu insanlar baş göstermeye başladı. İnsanlar takımlara ayrıldı. Avcı takımı, çocuk bakıcısı takımı, aşçı takımı, izci takımı ve yönetim konseyi. Ve homurdanma başladı. Bütün bu çabalar kadere boyun eğmişlikti, burada tıkılı kaldığımız gerçeği ile yüzleşmekti, artık farklı bir yerlere gidilemeyeceğinin kabullenmişliği idi.Yeniden doğumdu. Kendimizi olmak istediğimiz halimiz ile tanıtıyorduk. İsimlerimiz farklıydı artık. Kadınlarımız farklıydı, görevlerimiz farklıydı. Ve homurdanlamalar sürdü. Yönetim konseyi insanlara haketmedikleri şekilde davranıyordu. Tek yaptıkları kararlar almak ve toplulukları bu kararlar doğrultusunda memur etmekti. Tek farklılıkları kaba kuvvetleriydi. Basit kurallarımız vardı. Kimse konseyden izinsiz aracının motorunu çalıştıramazdı örneğin. Çıkan anlaşmazlıklar dövüşerek aşılıyordu. Karşısındakini pes edene kadar döven haklıydı. Sanki bilgi çağının hüküm sürdüğü koca şehirlerden gelmiyorduk. İlkeldik. Modern dünyada faşizm, feodalizm diye adlandırılan sistemlere tâbiydik. Yavaş yavaş geleneklerimiz oluşmaya başladı. Küp isimli filmi izlemişsinizdir. Altı insan kendilerini bir küpün içinde bulurlar. Tek amaçları oradan çıkmaktır artık. Yöntemler geliştirirler. Ve o altı kişiyi mesleği polislik olan irice bir zenci örgütler ve yönlendirir. En güçlü odur. Bu gruptan bazılarını öldürür sonunda. Ama küpten çıkmayı başarabilen tek kişi zihinsel özürlü olan aynı zamanda 16 basamaklı sayların faktöriyellerini hesaplayabilen çocuktur. Yaşadıklarımız bu filmi andırıyordu ve kurtuluş delirmekti ya da çok yetenekli olmak veya ikisine birden sahip olmak. Başlangıçta evlerimiz arabalarımızdı. Sonra, güçlüler yaşayacakları arabalara kendileri karar vermeye başladılar. Bazı genişçe arabalara birkaç araç sahibi dolduruldu. Onların arabalarına el konulmuştu. Komşuluk ilişkileri sıkıydı. Yağmurlu günlerde herkes “hanelerine” çekiliyordu ve camdan sohbetler başlıyordu. Yolun bittiği bu yerde, medeniyeti en başından kurmak görevi var olan medeniyetten kaçanlara verilmişti. Ve yaşadıklarımız tarih kitaplarında okuduklarımızdan farklı değildi. Etnoğrafya, antrolopoloji, siyaset bilimi gibi alanlarda uzman birkaç kişi daha üst düzey demokratik yaşam modelleri önerdiler. Bunlar 12 kişiydi. Önce rahat tartışabilmeleri ve somut bir model oluşturmaları için bir kamyona yerleştirildiler. Sonra bir gece o kamyon yandı.

Alevler çok yüksekti. Ve çok sıcak. Kamyon benim arabama çok yakındı. Çığlıklar, ağlamalar, korku ve ölüm sıcaklığını tüm hücrelerimle algılıyordum. Alevler yüzümü yalıyordu ve radyomda derin duygular yüklü bir şarkı çalıyordu.

Gözlerim kapalı!

Ölüm bizleri çoğu zaman tahmin ettiğimiz köşelerde yakalar. Yaşamda tahmin edilebilirlik arttıkça arayış da artar. Rüyalar tahmin edilebilir. Rüyalar izlenebilir. Bir zaman gelecek ve her tür yaşamsal tadı son zerresine kadar alabilmek adına yüzbinlerce elekrot bağlatacağız vücutlarımıza. Hasretliklerimiz kalmayacak. Nefretlerimiz kalmayacak. Kadınların içinde yaşayacağız asla doğma fırsatı bulamadan. İçinden çıktığımız kadınların içine girebilmek adına hayatımıza çeki düzen vermiyor muyuz zaten? Etkili bakışlar, baskın ses tonu, geniş omuzlar, dilim dilim karın kasları, pahalı berberler, başarı, güç, derin düşünceler... Kendimi ayrı tutmuyorum! Aynı boka bulanmış vaziyette birbirimizi kokluyoruz. Her huzursuzluğumuzda yeni bir yol. Baştan almak istiyoruz. Gitmek ve huzur bulmak arzusu ile yanıp tutuşuyoruz fakat gidilecek yerlerin sonluluğu sorununu her zaman göz ardı ediyoruz. Umutlar bitince ilkele dönersin ve doğana teslim olursun. Temel güdülerine uyarsın. Öz benliğinin, içindeki hayvansı varlığın, üzerine özene bezene yaptığın her yama birer birer çürüyüp toprağa düşer ve sadece yaşaman ve uyum sağlaman gerektiği gerçeği ile başbaşa kalırsın.

Sen de gözlerini kapat ve trafik sıkıştığında gözlerini aç ve yandaki aracın içindekilere bakıp düşün. Kaza mı var, yol mu yok? Belki yanda seni anlayıp gülümseyen birileri vardır.

My Old Writings 8

This is another short story written in 2004.

Susuyorlardı.

Ağır ahşap dekorasyonlu, yüksek tavanlı, büyükçe bir salonda bir tek ses duymadan geçen her saniye, beynime saplanmış paslı bir çivinin ağır ağır ilerlemesi kadar azap vericiydi.

Bir kez daha yoğun bir nefret krizine girdim.

Bu o denli saf ve insana özgü bir duygu ki kendimi ona kaptırmadan bir gün bile geçiremedim son altı yıldır. Medeniyet tarihimiz nefret duygusunun doğurduğu olaylar ile dolup taşmış durumda neredeyse:

İblis ile insan arasında başlamış, tanrı ile insan arasında patlak vermiş, Habil ile Kabil arasında ilk kez ölüme sebep olacak boyuta gelmiş, bin yıllarca değişik nedenlerle sürdürmüşüz bu kutsal mirası ve şimdi de benim damarlarımda dolaşıyor. Kan kırmızı nefret!

İnsan beyninden başka bir mekanı yoktur nefretin bu dünyada. Başka hiçbir canlı türüne verilmemiş bir duygu bu. Altı yıldır çözümlemeye çalışıyorum. Sonunda matematiksel olduğuna karar verdim. Toplama veya çarpma gibidir nefret. Öncelikle bir insanın beynine çöreklenir. İşleme dahil olan ilk taraf nefret sahibi olan kişidir, diğer taraf ise herhangi bir varlıktır. Ve savaş başlar. Son derece akıllıca hareket etmeniz gerekir her savaşta olduğu gibi. Bu mantıksal işlem birkaç farklı sonuç doğurabilir:

Bir, nefret sahibi, muhatabını yok eder. Yani kazanç.

İki, muhatabı, nefret sahibi kişiyi yok eder; kayıp!

Üç, hem nefret eden, hem de nefret edilen yok olur; beraberlik.

Dört, buna pek az rastlanır, kişi nefretini bastırır ve hükmen mağlup olur.

Kimileri son durum için bir erdemdir dese de buna inanmayın. Bariz bir yenilgidir yaşanan.

Bu bitmek bilmeyen suskunluğa karşı açtığım savaşta pek de üstün durumda değildim. Fakat kahramanca hareket etmem gerekiyordu. Lastik ayakkabılarımı cilalanmış zemine sürterek insanın içini titreten gıcırtılar çıkarmaya başladım. Yaklaşık bir dakika sonra salonda kınayan uğultular duyulmaya başlandı. Kazanç!

Tam karşımdaki yazıcı kadın sanki yaptıklarımın sebebini anlıyormuşçasına manidar bakışlarını dikmişti üzerime. Gülümsedim, gülümsedi. Burası her an daha da eğlenceli bir hal alıyordu.

“HERKES AYAĞA KALKSIN!”

Kalktık.

Hakim geldi ve keskin hareketlerle kuruldu makamına. Hemen savcıya söz verdi. Savcı, bir deri bir kemik kalmış, kısa saçlı, kumral, yaklaşık kırk beş yaşında, tahminen menopoz sonrası boyu bir miktar kısalmış sevimli bir kadındı. Suçlarımı okuyordu ağır ağır.

Çölde iz sürmek zordur. İz bırakmadan yol almak da. Issızlığın ortasında, mavi göğün ve sarı güneşin altında ve beyaz ehram içinde, ve bir lokma yiyeceğe, bir yudum suya sağ kolunu feda edecek kadar muhtaçken ve kadınından uzakta ve yılanların, akreplerin dilini konuşamıyorken ve her rüzgar sana sıcak kumu mezar etmeye çalışırken bir yeşil yaprağa rastlarsan, ananın kucağındaymışçasına mutlu olur, yüz sürersin ona. Sonra denizin sesi çalınır kulağına. Sonra kadının seslenir. Bahçeye koşarsın son kuvvetini de harcayarak.

“Asmaları üzüm basmış. Toplayalım.“

“Toplayalım.”

Sen sepeti tutarsın, o salkımları toplar.

Sen kazanı tutarsın, o, güzel ayaklarıyla üzümleri ezer.

Deniz suyuyla yıkarsın ayaklarını.

Beyaz ve serin kucağında bir yıl uyursun.

Şarap olur üzüm suyu.

Çölde yol almak zordur. Dağ yoktur, tepe yoktur, altındaki düz kumdur ama yön yoktur, yol yoktur, yoldaş yoktur. Beden dayanamayınca, beyin sanal konfor sunmaya çabalar, başarır da.

Şaraba bir damla kan düşer. Bir damla daha. Altın kadeh devrilir beyazın üstüne. Ellerin kan olur, yüzün kan olur, kadın ölür...

Çölde gerçeğin ayırdına varmak zordur. Yüzünü kanla yıkadığında netleşir gördüklerin, bir an tazelenirsin. Toprağa düşen bir ceset, göğe yükselen bir can seni bir dahaki sefere dek ayakta tutar. Bu yüzdendir ki buz çölerinde kutup ayılarının, kum çöllerinde arslanların yüzünden eksik olmaz kan lekesi. Çölün kralı olursun.

“...gerçekler ışında, sanığın idamını mahkemeden talep ediyorum!” diye bitirdi.

Sessizlik olmadığı sürece beni rahatsız eden bir durum yoktu.

Tokmak tablaya üç kez düştü.

“HERKES AYAĞA KALKSIN!”

Kalktık.

“Delil ve iddiaların değerlendirilmesine, sanığın akli sağlının yerinde olup olmadığının tespitine, mahkemenin fi tarihindeki bir sonraki oturumuna kadar sanığın göz altında tutulmasına...”

-mesine, -masına, -mesine, -masına

Çölde, aklından geçen fiiller gereklilik kipindedir. Ne düşünmeye vakit vardır ne de yorum yapmaya. Gerçek yoktur, doğru veya yanlış da. Olmuşlar, olacaklar yoktur. Ve sen bunları aklına veya diline dolayarak vakit kaybedemezsin. Bu hataya düşersen, altı yıl sonra izini takip edenler seni bulur.

İnsanın kendine esir olması ve bu nedenle nefretini kendine yöneltmesi de izleri belirgenliştirir. Ve bir gün sessizlik bozulur. Sirenlerle, megafonlarla...

Bir sabah vakti, erkenden. Girit sokaklarında taze bir meltem eserken, kadınının kemiklerini çıkarırlar bahçenden. Beyaz ellerinin arasında bir altın şarap kadehi tutmaktadır...

“HERKES AYAĞA KALKSIN!”

“Sanığın hiçbir aklî bozukluğunun bulunmadığına ve birinci derece cinayetten suçluluğuna...” Kendimle olan savaşın sonlarına geliyorum artık...

“...fi tarihinde vücuduna kimyasal şırınga edilerek yaşamına son verilmesine...”

Sonuç pek de şerefli sayılmaz ama kurallar dahilinde: Beraberlik.

“...hükmedilmiştir!”

Susuyorlardı.

Çöl sessizdir. Sinsidir. Gördüklerin vardır, duydukların değil. Çölde savaş vardır. Ölümün sessizliği ile zihninin çığlıkları arasında bir savaş.

Kalem, o koca salonda gök gürültüsünü andıran bir sesle kırıldı.

Kazanç!

My Old Writings 7

It is from 2004. A short story.

Beyaz sabun kokulu ılık bir meltem esiyordu. Dudaklarım ve yanaklarım, derken boynum ve kulaklarım etkisi altına girdi bu rahatlatıcı akımın. Yünlü bir etek hissediyordum belinde ve kalçalarında. Karnım karnına teğet, gözlerim kapalı dönüyordum odada. Loş hisler diyarında meraklı bir gezgindim adeta. Ne istesem olacakmış gibi geldi birden. Ve müzik bitti. Açmadım gözlerimi. Sadece durduk. Bakmadık birbirimize.
Minderin üzerinde sere serpeydim. Mum sarkıtlarını toparlayıp tekrar aleve yem etmekle meşguldüm. Çoraplarını çıkardı. Yerinde duramayan on küçük parmağıyla tanıştırdı beni. Sonra yavaş yavaş tırnaklarını kesti.

“Ruhun beslendiği kaynak hiç bu kadar uzak olmamıştı bana.“ dedi ve devam etti “Hayatımı vücudumun uzayan tüy ve tırnaklarını keserek geçiriyorum. Oysa o kadar hatırası var ki kesip attıklarımın...”. Şaşkınlıkla ve tepkisizce dinliyordum bana saçma sapan gelen sözlerini:

“Ben de bir gün düşündüm, sanırım on dört yaşındaydım, ve bu denli önemli hatıralarımı çöpe atmama kararı aldım. Gel benimle!”.

Beni kanepenin yanında duran sandığın yanına götürdü. Bir çeyiz sandığı büyüklüğünde, parlak metalden yapılma, sade bir kutuyu andırıyordu. Kapağı açtığında donup kaldım. Sandığın içerisinde yüzlerce küçük bölme vardı ve her bölmenin üzerinde kırmızı kalemle yazılmış tarihler yapıştırılmıştı. Sırası gelmiş olan bölmeye biraz önce kestiği tırnak kırpıntılarını itinayla yerleştirdi, sonra antimikrobiyal bir sprey sıktı. Bölmenin kapağını kapatıp üzerine tarih düştü. Sandığın önünde yere oturup anlatmaya başladı:

“Herkes geçmişini yad etmek için albümlere bakar veya telefon defterini gözden geçirir; mazi ile konuşur. Mazi dediğim, bazen bir bitik aşk, bazen anne bazen de artık asla konuşamayacak olan biridir. Ben de yıllardır kestiğim tırnaklarıma ve saçlarıma bakar, düşünürüm hatıralarımı. Her yerde beraberdik onlarla. Beni hiç bırakmaz onlar, aksine ben hayırsızım ki onlarla olan fiziksel bağımı belirli aralıklarla kesmek zorunda kalıyorum. Oysa onlar ne kadar da... Neyse bildik bir sona gidiyor işte konuşma. Deli olduğumu düşünüyorsun değil mi?”

“Hayır, oldukça ilginç bir yaklaşım. Fakat, bir insan yıllar önce kestiği ojeli tırnaklarına veya balyajlı saçlarına bakıp da ne kadar sıcak bir duyguya kapılabilir ki? Benim için anlamlandırması zor bir durum.”

“Bak!” dedi ve sandığın altlarından, kapağında 09/12/1992 yazılı ufak bölmeyi açtı. Kehribar rengi, ince tırnak kesikleri vardı içeride. Merakla karışık bir tiksinme hissettim. Sonra gözlerine baktım. Işıl ışıldılar. Hayatımda bir daha rastlayamayacağım türden sıcak duygular saçılıyordu gözlerinden. Her insanın garip bir tarafı vardır diye düşünüp gülümsedim ona. Tiksinti biraz azaldı. Eskiden sol elinin baş parmağının olduğunu düşündüğüm tırnağı eline almış derin hislere kapılmıştı. İrkilerek bana baktı ve “Dokuz Aralık bin dokuz yüz doksan iki...” dedi. Sesi çok gerilerden geliyordu.

“Bu neden kehribar renginde biliyor musun?”.

“Zamanla bu rengi almıştır herhalde, on yıldan fazla olmuş keseli.”

“Bilemedin. Kınalı olduğu için. Anneannem yakmıştı kınayı. Küçücük elleriyle her işi gören anneannem.”

“Bu tür bir olayı hatırlatması için tırnak saklamaya ne gerek var yahu?”

“Çok saçma! Ben burada bir anıma fiziksel temas sağlıyorum. Anlayamıyor musun bunu?”

Aslında anlamıştım bahsettiği hissi. Ben de Efes ve Bergama’daki antik kentleri gezerken güneşten ısınmış mermer ve granit sütunlara dokunup bin yıl öncesine gitmiştim. Bin yıl önce bu sütunun tam elimi koyduğum yerine kim koymuştu acaba elini? Sonra ona ne olmuştu? Kadın mıydı, erkek mi? Diğer elinde ne vardı?

Buna benzer bir şekilde yol kenarında rastladığım oval biçimli küçük taşları elime alıp bu taş binlerce yıl önce bir kayaydı. Acaba nerede duruyordu? Hiç üzerinden dinozor geçmiş midir? Nuh tufanını yaşamış mıdır? Gibisinden düşüncelere dalarım.

“Asıl zor olan saçlar! Kuaförlere laf anlatmak oldukça güç oluyor.”

“Tahmin edebiliyorum. Saçlarını nerede saklıyorsun?”

“Diğer odada. Bunun üç katı büyüklükte bir metal dolabım var.”

Gülümsedim. Yoğun şefkat hissediyordum. Geçmişe dair, kesilmiş saçları ve tırnaklarından başka kimsesi olmayan bir kadın fikri bana epey dokunaklı geldi.

Ayakları hala çıplaktı. Terliklerini giyip şıp şıp sesleri ile uzaklaştı.

“Kahven nasıl olsun?” diye seslendi mutfaktan.

Minderin üzerindeki yerimi almış mum ile oynamaya koyulmuştum. “Orta!”.

“Kahveler geldiii.”.

Yanıma oturdu. Mum ışığında, saçları kızıllık saçıyordu. Kıvır kıvır, kızıl yansımalar... Beyaz sabun kokusu duydum yine. Elimi başına götürüp alnını ve saçlarını okşadım. Tebessüm ediyordu. Herşeyi ne kadar da yoğun yaşıyordu. Başını kucağıma koyup uzandı. Rahat ve mutlu görünüyordu.

“Bundan yıllar sonra, şu an başında olan saçları ait oldukları bölmeden çıkarıp baktığında neler anımsayacaksın?” diye sordum. Benimle ilgili sıcak hislerle dolu bir cevap bekliyordum ama tek bir ses çıkmadı.

Uyumuştu.

Aynı soruyu bir daha hiç sormadım. Saçlarını bir daha hiç kesmedi.

My Old Writings 6

It is a poem written in 2003.

Karanlık düşlerden uyandım, titreyerek, ter içinde.
Oda mı loş, gözlerim mi puslu seçemedim.
Yastığın yumuşak, yorganın kalın, vaktin er olduğuydu bildiklerim.
Uyudum.
Bin yıl sürdü uykum.
Acıların gerçek değil...
Feryadını duyamadım.
Uykudaydım...
Sen bir başınayken gündüzleri,
Ben herkesle tadını çıkardım rüyaların.
Kana kana su içtim çöllerde.
Kana kan istedim Anadolu’nun ücra kasabalarında.
Nefesim rüzgar oldu...
Eteğini kaldırdı ucu görünmeyen ovalarda.
Bedenim çınar, bedenin toprak oldu...
Bir nefes daha aldım tütünden,
Çeliğe su verircesine içtim üzüm suyunu...
Kara günleri haber veriyor çocuklar.
Kan kırmızı elma şekeri yalıyorlar, doymak bilmeden.
Küçük ayakları titretiyor aziz ve engin toprağı.
Toprak, ölüm ve yaşama gebe...
Cesetler var karnında, tohumlar var, gözlerin gibi yeşerecek.
Ne olur damlat ılık yaşam suyunu güzel kirpiklerinden...
Yoksa ölüm galip gelecek.
Ölüm galip gelecek!