It is from 2004. A short story.
Beyaz sabun kokulu ılık bir meltem esiyordu. Dudaklarım ve yanaklarım, derken boynum ve kulaklarım etkisi altına girdi bu rahatlatıcı akımın. Yünlü bir etek hissediyordum belinde ve kalçalarında. Karnım karnına teğet, gözlerim kapalı dönüyordum odada. Loş hisler diyarında meraklı bir gezgindim adeta. Ne istesem olacakmış gibi geldi birden. Ve müzik bitti. Açmadım gözlerimi. Sadece durduk. Bakmadık birbirimize.
Minderin üzerinde sere serpeydim. Mum sarkıtlarını toparlayıp tekrar aleve yem etmekle meşguldüm. Çoraplarını çıkardı. Yerinde duramayan on küçük parmağıyla tanıştırdı beni. Sonra yavaş yavaş tırnaklarını kesti.
“Ruhun beslendiği kaynak hiç bu kadar uzak olmamıştı bana.“ dedi ve devam etti “Hayatımı vücudumun uzayan tüy ve tırnaklarını keserek geçiriyorum. Oysa o kadar hatırası var ki kesip attıklarımın...”. Şaşkınlıkla ve tepkisizce dinliyordum bana saçma sapan gelen sözlerini:
“Ben de bir gün düşündüm, sanırım on dört yaşındaydım, ve bu denli önemli hatıralarımı çöpe atmama kararı aldım. Gel benimle!”.
Beni kanepenin yanında duran sandığın yanına götürdü. Bir çeyiz sandığı büyüklüğünde, parlak metalden yapılma, sade bir kutuyu andırıyordu. Kapağı açtığında donup kaldım. Sandığın içerisinde yüzlerce küçük bölme vardı ve her bölmenin üzerinde kırmızı kalemle yazılmış tarihler yapıştırılmıştı. Sırası gelmiş olan bölmeye biraz önce kestiği tırnak kırpıntılarını itinayla yerleştirdi, sonra antimikrobiyal bir sprey sıktı. Bölmenin kapağını kapatıp üzerine tarih düştü. Sandığın önünde yere oturup anlatmaya başladı:
“Herkes geçmişini yad etmek için albümlere bakar veya telefon defterini gözden geçirir; mazi ile konuşur. Mazi dediğim, bazen bir bitik aşk, bazen anne bazen de artık asla konuşamayacak olan biridir. Ben de yıllardır kestiğim tırnaklarıma ve saçlarıma bakar, düşünürüm hatıralarımı. Her yerde beraberdik onlarla. Beni hiç bırakmaz onlar, aksine ben hayırsızım ki onlarla olan fiziksel bağımı belirli aralıklarla kesmek zorunda kalıyorum. Oysa onlar ne kadar da... Neyse bildik bir sona gidiyor işte konuşma. Deli olduğumu düşünüyorsun değil mi?”
“Hayır, oldukça ilginç bir yaklaşım. Fakat, bir insan yıllar önce kestiği ojeli tırnaklarına veya balyajlı saçlarına bakıp da ne kadar sıcak bir duyguya kapılabilir ki? Benim için anlamlandırması zor bir durum.”
“Bak!” dedi ve sandığın altlarından, kapağında 09/12/1992 yazılı ufak bölmeyi açtı. Kehribar rengi, ince tırnak kesikleri vardı içeride. Merakla karışık bir tiksinme hissettim. Sonra gözlerine baktım. Işıl ışıldılar. Hayatımda bir daha rastlayamayacağım türden sıcak duygular saçılıyordu gözlerinden. Her insanın garip bir tarafı vardır diye düşünüp gülümsedim ona. Tiksinti biraz azaldı. Eskiden sol elinin baş parmağının olduğunu düşündüğüm tırnağı eline almış derin hislere kapılmıştı. İrkilerek bana baktı ve “Dokuz Aralık bin dokuz yüz doksan iki...” dedi. Sesi çok gerilerden geliyordu.
“Bu neden kehribar renginde biliyor musun?”.
“Zamanla bu rengi almıştır herhalde, on yıldan fazla olmuş keseli.”
“Bilemedin. Kınalı olduğu için. Anneannem yakmıştı kınayı. Küçücük elleriyle her işi gören anneannem.”
“Bu tür bir olayı hatırlatması için tırnak saklamaya ne gerek var yahu?”
“Çok saçma! Ben burada bir anıma fiziksel temas sağlıyorum. Anlayamıyor musun bunu?”
Aslında anlamıştım bahsettiği hissi. Ben de Efes ve Bergama’daki antik kentleri gezerken güneşten ısınmış mermer ve granit sütunlara dokunup bin yıl öncesine gitmiştim. Bin yıl önce bu sütunun tam elimi koyduğum yerine kim koymuştu acaba elini? Sonra ona ne olmuştu? Kadın mıydı, erkek mi? Diğer elinde ne vardı?
Buna benzer bir şekilde yol kenarında rastladığım oval biçimli küçük taşları elime alıp bu taş binlerce yıl önce bir kayaydı. Acaba nerede duruyordu? Hiç üzerinden dinozor geçmiş midir? Nuh tufanını yaşamış mıdır? Gibisinden düşüncelere dalarım.
“Asıl zor olan saçlar! Kuaförlere laf anlatmak oldukça güç oluyor.”
“Tahmin edebiliyorum. Saçlarını nerede saklıyorsun?”
“Diğer odada. Bunun üç katı büyüklükte bir metal dolabım var.”
Gülümsedim. Yoğun şefkat hissediyordum. Geçmişe dair, kesilmiş saçları ve tırnaklarından başka kimsesi olmayan bir kadın fikri bana epey dokunaklı geldi.
Ayakları hala çıplaktı. Terliklerini giyip şıp şıp sesleri ile uzaklaştı.
“Kahven nasıl olsun?” diye seslendi mutfaktan.
Minderin üzerindeki yerimi almış mum ile oynamaya koyulmuştum. “Orta!”.
“Kahveler geldiii.”.
Yanıma oturdu. Mum ışığında, saçları kızıllık saçıyordu. Kıvır kıvır, kızıl yansımalar... Beyaz sabun kokusu duydum yine. Elimi başına götürüp alnını ve saçlarını okşadım. Tebessüm ediyordu. Herşeyi ne kadar da yoğun yaşıyordu. Başını kucağıma koyup uzandı. Rahat ve mutlu görünüyordu.
“Bundan yıllar sonra, şu an başında olan saçları ait oldukları bölmeden çıkarıp baktığında neler anımsayacaksın?” diye sordum. Benimle ilgili sıcak hislerle dolu bir cevap bekliyordum ama tek bir ses çıkmadı.
Uyumuştu.
Aynı soruyu bir daha hiç sormadım. Saçlarını bir daha hiç kesmedi.
No comments:
Post a Comment