Famous hug scene from the movie, A Streetcar Named Desire.
my time, honey
my time is sadly
running out
do not cry,
do not shout,
the beat,
you dropped on my chest,
the kiss,
you put on my lips;
that's
what I'm all about.
my time, honey
my time is sadly
running out
do not cry,
do not shout,
the beat,
you dropped on my chest,
the kiss,
you put on my lips;
that's
what I'm all about.
içimdeki yılan,
kuytu
köşelerde
yuvalanan
zehirsiz,
uzun bir yılan,
diliyle koklayan
güçlü
sarmalayan
sıcakkanlı bir yılan,
serin bir ten
arayan.
haydi maskeni tak
ne denli canın yansa da
bir adım daha at
ne gözlerin tam görüyor,
ne de nefesin rahat
hayat balı avcundan aksa da
bir
adım
at.
harekette değil
sende
bütün kabahat,
dökmeden
doldur,
azaltmadan
boşalt.
ya adım at,
ya
kalk
yerine
yat.
iyi bir kadına
rastladığında
onu yaşa,
uyuma,
sabahla
onu kokla
tıkırtılarını dinle
her adımında
onu sesinle okşa
iyi bir kadına
baktığında
rahatla,
korkma.
nefesi
adam eder seni
ne kadar
eksik
olsan da.
bir an var,
koltuğumda oturduğum
nefes verip kalbimi duyduğum
bir an var,
hem yaşayıp hem öldüğüm
okumaya gayret ederken uyuduğum
hayatım küçük;
bir nefes,
bir kitap,
bir de koltuğum
bir de
kalbim,
durmasından
korktuğum.
saçların simsiyahtı tatlım
saçlarınla,
denizden
tane tane
tuz taşırdın
saçların dalga dalgaydı tatlım
saçlarınla,
keskin rüzgarı
dansa kaldırırdın
saçların dondurucu bir gece tatlım
beyazlar,
benim yıldızlarım
bırak kalsınlar,
istersem
onları
ben
toplarım.
tadı kaçmış
bir sakız
gibisin,
çenemi yoruyorsun
ısırıyorum,
acıtamıyorum
salya salgılıyorum,
tadını alamıyorum
ağzımda tutuyorum,
tükürmüyorum.
doğalgazı kapat tatlım
buz gibi olsun ev
kabloları kopart tatlım
karanlıkta kalsın her yer
elbiseni çıkart tatlım
ürpersin çıplak memeler.
I call you evening
You call me spring
Then we fall
In a pile of snow
But we're not fallen, at all.
yağmur gibisin
duvarlara yakın yürüyorum
gözlerimi saklıyorum
yağmur gibisin
başımı öne eğiyorum
adımlarıma dikkat ediyorum
yağmur gibisin
sanki sakinken daha iyisin
koşsam kurtulurum diyorum
yağmur gibisin
küçük dokunuşların kaçınılmaz ve serin
hoşuna gidiyor olmalı bedenim.
kalbimdeki kurt yeniği
güneşsiz bir sabahta
ıssız bir mahşer gerginliği.
neyse ki
akşamları biliyorum,
sabahki tadını
çok merak ediyorum.
boşlukta
izini
sürüyorum.
bir kurt gibi
kokluyorum.
kalbimde
dikenli bir sarmaşık
gibi
kurt yeniği.
bir
kurt
gibi
inliyorum.
neyse ki
akşamları biliyorum.
aynı sürüde avlansak
koşsak aç aç
terlesek,
koklasak birbirimizi
baksak aç aç
güçlerimizi sınasak
ölçülü davranmasak
yaralansak
beraber kanasak
sonra
bir sigara yaksan
üflesen dumanı
yere atsan bitmeden
biri alır belki yerden
sonra
belki aşık olur sana
sigaraya sinmiş
dudağındaki nemden
sonra
yüz vermesen ona
beni öpsen
konuşur gibi öpsen
sonra
birlikte karnımızı doyursak
aynı sürüde avlansak,
ağzımızla
bir şeyleri kanatsak
bana garip garip baksan
biraz koklasan
uyusak
güneş doğmadan.
biz
küçük insanlar,
küçük sözlere
darıldık.
küçük dertlerimizi
küçük öpücüklerle
çözünce
küçük kollarımızla
sarıldık.
küçük
ve
insandık.
küçük güneşli sabahlara
küçük gözlerimizi
zor
açtık.
biz
küçük insanlar
küçük ruhlarımız için
küçük şehvetler aradık
uyanamadık
uyarıldık.
biz küçük insanlar
küçük yargılara vardık
sandık,
sanıldık,
yanılmadık.
büyüklerimizin
yolundaydık.
biz küçük insanlar
kocaman
gözlerimizle
küçük insanlara
büyük
baktık.
anlamadık
ama
baktık.
bıkmadık.
baktık.
batmadık.
kocaman
baktık.
küçük yaramazlıklar
yaptık.
küçük kafalarımızla
büyük cehennem ateşleri yaktık.
biz
küçük
insanlar
kendimizi
tek sandık.
hepimiz
aynı
küçük
sandıktaydık.
küçük
kalabalık.
çoğalarak
küçük
kaldık.
biz küçük
insanlar
küçük
göz yaşları ile kutsandık
küçük
güzel ayaklarımızla
uygun ve
asi
adımlar attık.
dev
bir
aynanın
karşısındaydık.
yansıyan
küçük
ışınları
kocaman
gözlerimizle
kaptık.
küçük
insanlara
fazla
geldi
cennetteki
büyük
yalnızlık.
güneşte
fırtınalar kopuyor
dünyayı
yutacak
büyüyüklükte
bırak
saçların da uçsun
ve çarpsın
güzel
yüzüne
gözlerim kamaşsın
ışıklı
buklelerin
derinliğinde.
denge aramıyorum
arzın ile arzum arasında.
talep etmiyorum,
talip olmuyorum,
okuyor
ve soluyorum.
bana serin nefesini yolla,
solma.
as if you own your body but no name within
he claws and rips your tender skin.
until you get his orders you're silently waiting
you will catch and bring back the words he was throwing
for giving the exact number on his demand
you're counting your heartbeats; so obedient.
his indications, you're respectfully following
as if you're inhaling what he's exhaling.
you're grateful to your master for his justice
when the collar on your neck brutally squeezes.
gökyüzü üstümüze düştü
diyorlar,
güneşi saçına tak be canım
gözlerin bana küstü
diyorlar,
nurumu karnında yak be canım
kararı kesinmiş, gitti
diyorlar,
uzaktan da olsa bana bak be canım.
bir kanat kırılınca
iki can yerde kalır.
perilerin sultanı da
eşiyle hep masadaydı,
tek kızının düğününde
yüreğiyle göğe ağdı,
gövde ile dönülmüyor
hakikat kapısın' semahı.
his name was Eddie and he had a
big white dog
with a curly tail
a huskie
like one of those that pulled sleighs
up near the north pole
Igloo he called him
and Eddie had a bow and arrow
and every week or two
he'd send an arrow
into the dog's side
then run into his mother's house
through the yelping
saying that Igloo had fallen on
the arrow.
that dog took quite a few arrows and
managed to
survive
but I saw what really happened and didn't
like Eddie very much.
so when I broke Eddie's leg
in a sandlot football game
that was my way of getting even
for Igloo.
his parents threatened to sue my
parents
claiming I did it on purpose because
that's what Eddie
told them.
well, nobody had any money anyhow
and when Eddie's father got a job
in San Diego
they moved away and left the
dog.
we took him in.
Igloo turned out to be rather dumb
did not respond to very much
had no life or joy in him
just stuck out his tongue
panted
slept most of the time
when he wasn't eating
and although he wiped his ass
up and down the lawn after
defecating
he usually had a large fragrant smear of
brown
under his tail
when he was run over by an
icecream truck
3 or 4 months later
and died in a stream of scarlet
I didn't feel more than the
usual amount of grief
and loss
and I was still glad that I
had managed to
break Eddie's leg.
doğumunda aldığın
ilk soluk
acıyla
ciğerinin
dibine
gider,
ağlarsın.
o soluk,
hep
orda
kalır
gelinceye dek
ecel.
çarptığın sert zeminden çıkan
ses
ilk ağlayışına bedel.
yanıma uzan
ve uzayı düşünelim;
uzaklardaki kayaları,
buzları,
kükürtü,
azotu,
sıcağı,
soğuğu,
hafif nefesler alalım
ama önce yanımda uzan.
puslandı gözlerim
seçemedim yüzünü
tükendi takatim
süremedim izini
duru değil zihnim
belki bilemem seni
kalbim hala atıyor
sen gelip bul beni.
parmak
uçlarında
yüksel
aynaya
bakarken
öperken
duvara
yaslanmışken
vodka
için
buz
alırken
el bagajını
yerleştirirken
uzaktan
el
sallarken
ve
yatarken
parmak
uçlarında
yüksel.
bana
yaslandığında
belirginleşen
sınırlarını
seviyorum
araladığın
kapılardan
usulca
içeri
bakıyorum
zorlamıyorum,
serin esintiyi
kokluyorum.
istemiyorum,
yalnızca
olmasını
izliyorum.
I'm not sure
whether you play with
shadows or lights
all I remember from your game
were the sound bearing walls
and bitter sweet bites.
kumsaldaki duruşun
zaman makinesi gibi,
getiriyor geriye
çocukkenki seni.
gözündeki pırıltı
hiç değişmiyor sanki
merakla izleyeceksin
geldiğinde azraili.
bir elli beş boyunda
aygutların soyunda
amasya, halaz köyünde
lakabı gödek hasan
düğünlerde pehlivan
gönüllerde taht kuran
çakır gözlü, sert bakan
'bağırtlak' kabadayı hasan
dört sene askerlik etmiş
van'dan hanik'e name çekmiş
eliyle ev inşa etmiş
sıhhiyeci çavuş hasan
atla tarlaları gezer
sonra motosiklete geçer
defterinde yüzölçümler
pancar çavuşu memur hasan
cemde vazifeli idi
dedenin sağ dizindeydi
gülbenk zamanı inme geldi
yarım kaldı dedem hasan
on dört sene hasta gezdi
sebebi hep merak etti
bir kaşık süt, son yemeği
çok ağlattı baba hasan.
olumsuz
bir masa.
köşeli,
tahta,
üstü kaplı
çatlakla.
denizin yamacında
ihtiyar
bir masa.
akşam güneşinde
sohbet olmasa
oturmam başına
asla.
iki sandalye
var
etrafında.
üçüncü
hep masa
altında.
sözler
daraldıkça
yukarda
aşağıda
nefes alır
şeytan
ufak bir
temasla.
olumsuz
bir
masa.
çürük,
pis,
tahta.
sırtında
sırlar
taşımakta.
sen bilmesen de
yatakta,
ikinciyi de
üçüncüyü de
o çirkin
masa
tanımakta.
dört
ayaklı
ve
ayakta.
son derece
olumsuz
bir
masa.
Asfaltın yamacında yanan
pembe
zakkum,
Ekilmemiş,
dikilmemiş.
Kök salıp
özgünce dirilmiş.
Yabanıl özgürlüğü
malum
Kendi kökünün sağlamlığına
mahkum.
your small feet
taking brave steps
on the high heels.
fire walk with me
and see
how it feels.
holes on paper
left to me
neatly burnt
by your tips.
aklımı dolduramadın
hiç!
içimi burktun
hep!
tek gibiyim,
görürsün
beni
çift!
istersen
göğsümü
tep!
istersen
sesimi
iç!
translate me
into your inner voice
then
try to find the
pieces suddenly lost.
çocukluğum kucağında yatmakta
minik elim başka eli tutmakta
suskun ve suçlu, odada saklanmakta
büyümeyi bekliyor, karanlıktan korkmakta.
Yalnızlığın içindeki yalınlık
Bir anlamda,
ölüme yakınlık.
Uğultunun içinde usul bir soluk
O soluk olmasa
gelecek yokluk.
My domestic left hand
was watching
While the other one
was exploring
and touching.
Genellikle iki kara gözde kalır aklın
Doğrudan bakan,
Merakta bırakan.
İki kara gözde renk ararsın
Pırıltıyı yeşil sanarsın.
Küçük yara izlerin nerede saklı?
Cildin neden kozmetikle kaplı?
Sert gibisin böyle, çıplakken insaflı
Belli ki sızlıyor hala kabukların altı
just two layers of garments
between your flesh and my left eye
just two minutes of hesitation
before our lips arrive.
Herkesten uzaktayım
Yakınım tek sana
Herkesle sohbetteyim
Susarım tek sana
the old guy next door died
last week,
he was 95 or 96,
I'm not sure.
but I am now the oldest fart
in the neighborhood.
when I bend over to
pick up the morning
paper
I think of heart attack
or when I swim in my
pool
alone
I think,
Jesus Christ,
they'll come and
find me floating here
face down,
my 8 cats sitting on the
edge
licking and
scratching.
dying's not bad,
it's that little transition
from here to
there
that's strange
like flicking the light
switch
off.
I'm now the old fart
in the neighborhood,
been working at it for
some time,
but now I have to work
in some new
moves:
I have to forget to zip up
all the way,
wear slippers instead of my
shoes,
hang my glasses around my
neck,
fart loudly in the
supermarket,
wear unmatched
socks,
back my car into a
garbage can.
I must shorten my
stride, take small
mincing steps,
develop a squint,
bow my head and
ask, "what? what
did you say?"
I've got to get ready,
whiten my hair,
forget to
shave.
I want you to know me
when you see
me:
I'm now the old fart
in the neighborhood
and you can't tell me
a damn thing I don't already
know.
respect your elders,
sonny, and get the
hell out of my
way!
bizde anneler kızlarının saçını tarar
tarak yavaşça aşağıya akar
anne kızının saçında
ancak rüyasında görebildiği
diğer yavrusunu arar.
yerini bulamayacak hak
annenin ciğerini yakar.
bizde gökyüzünü bazen kara duman basar
ecinniler vardır her yanda
çocukların boğazını sıkar,
kafasını kırar,
otelini yakar.
mahkemeler vardır
zaman aşımına gün sayar.
bizim haneler annelerin
ümitsiz
ve kederli nefesiyle dolar.
yıllar geçer,
ama muhafaza edilir
çocuklara ait odalar...
sıcacık battaniye serili yataklar,
ütülenmiş giysiler asılı dolaplar,
okul çantaları, kitaplar,
ses lekeleriyle kaplı duvarlar.
hep aynı yaştalar, uyuyor çocuklar.
push your button
use your sound
to shape the souls around.
pull 'em into your waters
to shake the walls
cracking under
the weight of notes.
Ciğerimden duman çekerdi
Bıraktım.
Sesimi dinlerdi
Sustum.
Saçlarımı severdi
Kestim.
Akşam güneşinde gülümserdi
Gölgeye kaçtım.
Hava açtığında ıslaktım.
Isınmak için soyundum,
Islandın.
Sonra sen yağdın,
Ben aktım.
Sözde hafiftik,
Tende sert izler bıraktık.
Sıktık,
Sıkıldık,
Bıkmadık.
enter the room
where the walls
are doors,
no curtains
closing the windows.
move in my room
and let me watch
how your nipples bloom.