Eski Çamlar


Geçen ay meşhur bir "Data & Analytics" etkinliğine katıldım. Aşağı yukarı yer aldığım her seansta yapay zekadan bahsedildi. Yapay zekaya dair en çok yönetişim faktörleri hakkında konuşuldu. Hangi kullanım türlerini nasıl devreye almak lazım, yönetim kurullarına bu işleri nasıl sunmak lazım başlıkları da boldu. "Don't boil the ocean" en çok kullanılan deyimdi. "Her şeyi hemen yapmaya kalkma, büyük düşün küçük adımlarla başla" denildi... Diğer bir yapay zeka sloganı ise "trust" idi. Yapay zeka yazılımlarına dair öngörülemezlik bu işin çözülemeyen bir parçası olduğundan, denetleme değil, güvene dayalı ilerleme önerildi. Sektörde pek yerini bulamamış olsa da Chief Data & Analytics Officer (CDAO) rollerinde yer alanlar ne yapmalı, nasıl yapmalı değerlendirmelerine yer verildi. Data, bahsetmesi nispeten kolay ve temel bir kavram olduğundan "AI-ready Data" etiketiyle veri kalitesi ve yapay zeka ilişkisi güçlü bir şekilde kuruldu. Fakat, analitik biraz öksüz kaldı. "Traditional AI" filan diyerek analitik işlere yapay zeka denilmeye çalışıldı ama pek tutmadı. Bizde bir laf vardır "eski çamlar bardak oldu" denir... Gözlemlediğim kadarıyla, eski analitikler de yapay zeka olmuş :) Ama tam da olamamış... 

Bu dejenerasyona birkaç farklı yazımda da değinmiştim. Yapay zeka, analitik, daha öncesinde veri madenciliği, onun da öncesinde iş zekası ve en temelde bilgisayar bilimi konuları hakkında kafalar karışık. Bilgi eksikliği ve sektörde yer edinme çabasıyla ayağı yere basmayan, ticari modelden yoksun hikayeleştirmeler üzerinden yaygın iletişim yapılıyor. Sıklıkla klasik hesaplama görevlerine yapay zeka denildiğine şahit oluyorum: "Ambara kaç kilo malzeme koyacağımıza yapay zeka ile karar verdik", "Satış hedeflerini yapay zeka ile veriyoruz", "Müşteri segmentlerini yapay zeka ile belirledik" vb. sözler dile getiriliyor.

Bu yazıda yapay zeka nedir, akademik taksonomide yeri nerededir, analitikten farkı nedir gibi tanımlamalara girmeyeceğim ama şunu belirtmekte fayda görüyorum: Bugünlerde yapay zeka ile ilgili yaklaşım ve ürün geliştirme faaliyetleri dünyada 4-5 büyük firma tarafından ve akademik disiplinden kopuk, puslu bir şekilde ilerliyor. Bunun farkında olmamız lazım. Bilişim tarihine baktığımızda bu bir ilk. Bu alandaki temel adımlar hep açık, akademik yanı güçlü, erişilebilir ve irdelenebilir bir nitelikteydi. Devlet girişimi de olsa, özel sektör girişimleri de olsa teknik spesifikasyonlar hep açıktı ve bir standartlaşma mantığı hakimdi. İlk işletim sistemleri, bilgisayar mimarileri, işlemci yapıları, kullanıcı etkileşim modelleri, veri tabanları, programlama dillerine bakıldığında bu makul yaklaşımın izi daima sürülebilir. Yapay zeka alanında, tarihte ilk kez en ileri çalışmalar üniversiteler dışlanarak yürütülüyor. Her şey ticari ve politik, dijital egemenlik kurmaya odaklı. Bir yerlerde daima belirsizlik ve kapalı kutular var. Standartlaşma yok. Bununla beraber, her şeyden haberi var gibi davranan büyükçe bir kitle var. Bu tezat ile makul bir istikamete varmak çok zor...

Ticari Unix işletim sistemi ve kaynak kodu kapalı yazılım lisanslaması tutumuna karşı tepki olarak özgür yazılım akımı başlamıştı ve yıllar içinde zenginleşerek kendine azımsanamayacak ölçüde yer buldu. Fakat, o zamanlar bir yetenekli ekip veya bir kişi azim gösterip işletim sistemi, compiler, editör, driver vb. geliştirebiliyordu. Bu tarz bir özgürlükçü bireysel tutumun yapay zeka alanında boy göstermesi çok zor çünkü ihtiyaç duyulan veri miktarı, donanım gücü ve enerji miktarı bireysel ölçeğin çok ötesinde. Belki akademi tarafından çok daha etkin bir yapay zeka yaklaşımı ortaya konulabilirse özgürleşme kapısı bir nebze aralanabilir.

Dolayısıyla, bilimselliğin ticari arzuların gerisinde kaldığı tekinsiz bir zeminde yapay zeka değerlendirmeleri yapmaya çalışıyoruz. Bu konularda hizmet ve teknoloji sunan firmalar da bu eksende çok yoğun propaganda yapıyorlar. Her yöneticide bir "geride kaldık" tedirginliği var. Acilen bir yapay zeka üretimi yapmak isteniyor.  

Sektör liderlerine tavsiyem, tarihi boyunca kavram ve sunum dosyası üretmiş firmalardan kavram ve sunum almaları, yazılım/donanım üretmiş firmalardan yazılım/donanım almaları ve ticari kar sağlayacak özgün rotaya bağımsızca karar vermeleri. Mevcut durumda sunum ve kavram üretmekte mahir firmalar teknoloji, teknoloji firmaları hukuki yaklaşım, hukuk firmaları da yapay zeka konusunda felsefe üretmeye meyilli. Dedim ya kafalar karışık.

Kendini ispatlamış 3 üretken yapay zeka vakası biliyorum: (i) müşteri destek hizmetleri (Service Now), (ii) akıllı doküman uyarlamaları (JP Morgan), (iii) yazılım geliştirme asistanı (Intuit). Bilgimin kaynağı Evangelos Simoudis. Somutlaştırmadan, yaklaşımın başarısını ispat etmeden basit analitik ve iş zekası uygulamaları, bazen de birinci seviyeden mantık yürütme ve aritmetik ile çözülecek birçok problemi yapay zeka ile çözüyoruz demek ve yapay zekaya mistik bir anlam yüklemek bence pek doğru değil.

Benim bugün itibarıyla bu konulara dair görüşlerim şu şekilde:
  1. Yapay zeka çok disiplinli bir alandır ama neticede, çalışan hali bir yazılım sistemidir. Yazılım mühendislerinin aktifleşmesi gerek. Çok sessizler. İşlem otonomisi, etkileşim tasarımı, hesaplama teknikleri, bilgi teorisi ve yeni bilgi temsil şekilleri ortaya koyma açılarından yapay zeka alanında bilgisayar mühendislerine çok iş düşüyor.
  2. Analitik, "demokratikleşmiş", iş zekası gibi zaman içinde tabana inmiş bir kavramdır. Her iş kolu bağımsız analitik görev yürütebilmelidir. Bilgi teknolojileri bölümleri bu amaca hizmet edecek kaliteli veri ve kullanması kolay analitik platformları iş kollarına sunabilmelidir. Veriye dayalı her fikir saatler mertebesinde iş kolları tarafından test edilebilmeli, uygunsa devreye alınabilmelidir. Teknolojik altyapı bu çevikliği destekler nitelikte olmalıdır.
  3. Veri bilimi, tanımı itibarıyla çokça sorgulanan bir dal olarak belirmişti. Her kurumun ve otoritenin kendine has bir veri bilimi Venn diyagramı vardı. Neticede bu ekipler kuruldu, gelişti... Başta her yönetici "PhD arakadaşlarla bomba gibi ekip kurduk" diye yola çıktılar. Bu arkadaşlar genelde Python programlama dili ile kısa kodlar yazıp meşhur birkaç library kullandılar. Daha net olmak gerekirse, neredeyse hepsi xgboost ve lightgbm ile iş kollarının verdikleri target değişken için en iyi Gini katsayısını yakalamaya çalıştı. "Gini fetişi" diyordu tanıdığım bir CDAO bu duruma. Bir bilgi sisteminin temel taşı olan özgün veri yapısı tasarımı hiç hayata alınamadı. Çok kolonlu, "flat", değişken kümeleriyle ilerlendi. Uzatmayayım, veri bilimi çabaları mantıksal temellendirme, planlama ve stratejik karar otomasyonları alanlarında hayal edildiği ölçüde başarılı olamadı. Zaten belli bir sınırın geçilemeyeceğine dair teorik çerçeveler hep vardı ama bugün yapay zeka için yaratılmış mistik tutum o zamanlar da veri bilimi için yaratılmıştı. Korona salgını esnasında zaman serisi verileri üzerinden salgının bitme zamanını tahmin çabalarını ve yaşanan hüsranı hatırlayın. Evreni deterministik bir düzende işliyor sanarak veriye sahip olanın geleceği bileceği inancına kapılmaktan kaynaklı bir durum. Felsefi niteliği bir yana, günümüzde, ortamda kaliteli veri var ise veri bilimi faaliyetleri teknik olarak tümüyle otomasyona alınabiliyor. Bu konuda birçok başarılı ticari ürün var. Diğer yandan, şu sıralar kimse veri biliminden bahsetmiyor, herkes yapay zekaya yöneldi. Oysa yapay zeka, veri biliminin devamı veya ilerlemiş hali değildir.
  4. "Yazılım artık makineler tarafından yapılıyor" inancına sahip birçok yeni mezun bilgisayar mühendisine rastlamaya başladım. Kodu yazılım sanıyorlar. Bu noktada öğretim üyelerine büyük iş düşüyor. Yenilikçi bilgi sistemleri üretebilecek kalibrede bir zihin yapısına dönülmesi gerek. Bugünlerde veri, bilgi sistemi, yazılım, yapay zeka vb. birbirinden bağımsız kavramlarmışçasına bir güdülenme var ve bence hatalı. Hiç kimse her şeyi bilemez ama bilişim tarihini iyi anlatmak ve ilişkilerin doğru kurulmasını sağlamak bir çıkış yöntemi olabilir.
  5. Üretken yapay zeka kullanarak kod üreten ve bu yaklaşımla profesyonel yazılım mühendisliği yapabileceğini sanan, bazı mesleki yeterlilik sınavlarında dahi bu davranışı sergileyen kurnaz ve dar görüşlü bir kitle türedi ve sayıları hızla artıyor. Yazılım ürünleri üzerinden ticari faaliyet yürüten kurumların bu kitleye karşı dirençli yöntemler geliştirmesi gerek.

Yine hiçbir şeyi beğenmeyip, her şeye bir kulp takmış gibi bir tutum sergiledim ama bunu daha önceki bir yazımda izah etmiştim: Ben ÖYS neslinden bir fen liseliyim. Seçenekler arasından en uygununa razı olmak bizim anlayışımıza ters düşüyor. Bizde formül ezberlemek yok. Temeli öğrenip formülleri her seferinde baştan türetebilmek üzerine eğitildik. Biz önce soruya bakarız enine boyuna, ve gerekirse "bu soru yanlış" deriz. Kalemi atarız, sonuçlarına da katlanırız :) 

Dijital

 Panopticon, Jeremy Bentham

Hayatın her alanını dijital yapılarla tanımlayıp işletmek, bilgisayarlı bir evrene bir iz düşümü sağlıyor ve aslen, bizleri o evrenin kısıtlı dünyasına mahrum bırakıyor. Oysa hayat, fiziki bir durum. Bir zamanda, bir yerde var olmakla yaşarız. O var oluşun yarattığı durumları ancak oradayken kavrayıp, ancak oradayken eyleme geçeriz ki eylem hayatı tanımlayan temel etmendir. Martin Heidegger kendine has ve tatminli bir var oluşu "dasein" terimi ile ifade eder ki bir yerde var olan ve var olduğunun farkında olan anlamına gelir.

Bilgisayar öncesi sembolik sistemlere, yazıya, vesikaya, resmi muameleye bağlı yaratılmış bürokrasi hayatın gerçeğinden kopuk olmakla, hayatın akışkanlığına ket vurmakla itham edilirdi. Bilgisayar sonrası, aynı bağlayıcılıktaki "dijital bürokrasinin" özgürleştirici addedilmesi neden? Eski bürokrasiye göre daha rahat(!) diye mi? Peki, dijital bürokrasi, gerçekte yaşanan hayatın esasına ne kadar uygun?

Bilginin üretimi ve dağıtımı her dönemde, her türlü otoritenin ilgisini çeken başlıca konuydu. Şimdi de öyle. Doğduğumuz anda verilen kimlik ile adeta bu dünyada varlığımız kabul ediliyor. Bir tür ilahi olmayan vaftiz gibi. Bu belgeleme ile "resmen" insan oluyoruz. 

Oysa, kimlik olmasa da fiziken varız ve insanız. 

Uçsuz bucaksız toprakların tapu ve kadastro ile kimliklendirilmesi de benzer bir durum. Sosyal medya mecralarında paylaşım yapan tarafın bir başkasını etiketlemesi de bir tür otoriter erginleme sembolizmi olarak kabul edilebilir: O anda herhengi bir imaj değil, bir insan olursunuz. İster ilahi, ister dünyevi olsun, güç sahibi olanlar sembolik bir bilgi onama süreci ile kendine tasdikli tebaa yaratmakta...

Oysa topraklar var, dağlar var, ırmaklar var, biz varız. Sembolik sistemlere dayalı onay veren bir otorite olmasa da varız.

Şimdilerde, dijital içerik üretimleri insandan ari bir duruma geldiği için, meslek olarak içerik üretenler gergin. "Bilgisayar hakkımızı çalıyor ve mesleğimizi haksızca ele geçiriyor" diyorlar. Burada da yanılgı, mesleği üretilen içeriğe indirgemek bence. 

Bir ressam, eserinin dijital olmasına neden razı olmuştu?

NFT ile neden imza atmıştı?

Üretimde kullandığı malzemeler, eseri sergilediği ortamlar ve en önemlisi üretim süreçleri neden hiç konuşulmaz olmuştu? 

Bilgi üreten bir bilgi işçisinin değer biçilen eylemi neden bilgisayarındaki sunum dosyasına indirgenmişti?

Değer atfedilen bilgi ifade biçimi bir dosyadan mı ibaretti?

İnsanlar bu nedenle mi iş değiştirirken bilgisayarlarındaki şirket dosyalarını alıp götürmeye meyilli? 

Dosyaların yoksa profesyonel dünyada yok musun? 

Hayatın dijital dosyalara indirgenerek tanımlandığı bu örnekler gerçek var oluşumuzdan kopuk olduğu ölçüde boğucu bir etki de yaratmakta.

Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz adlı kitapta, Aziz Nesin'in de değindiği, trajediye kayan bir komiklik içinde yaşamayı kabullenmiş bireyler için uyanma vakti geldi artık. Bir bürokratik otorite size öldüğünüzü beyan ettiğinde ölmediğiniz gibi, Dall-e resim yaptığında ressamlığınız da yok olmuyor. Esas olan içinde bulunduğunuz zaman-mekanda aldığınız nefes ve attığınız size has adımdır.

Evinizin bir köşesinde hareketsiz dururken, bağlantı kurduğunuz dijital mecrada fırtınalar kopuyor olması, üzerinde düşünmeye değer bir çelişki resmi. Eğer, gerçekten özgün sembolik bilgi üretimi ile geçiniyorsanız dahi, vücuden hayatın gerçek etkileşimlerinden mahrum kalarak özgün üretime devam edebilmeniz pek mümkün olmaz. Hayat Kartezyen bir akışa tabi değil. Descartes'ın yaptığı gibi bir sobanın içinde otururken, salt düşünce ile bir dünya inşa edemeyiz. Zihninizin tek girdi kaynağı bilgisayar ekranı ise zengin düşünceler üretmeniz pek mümkün olmaz. İçerik üretimine dayalı mesleğinizi özgün içerik üretme disliplin ve sorumluluğundan kopartarak icra ediyorsanız, yani çoğu zaman kopyala/yapıştır ile devam ediyorsanız, bilgisayarlardan mesleki anlamda korkmakta haklısınız.

Gerçekte var olmadığınız dijital hükümranlık alanında sanki varmışçasına baskı hissetmenize gerek yok. Sosyal medya profiliniz siz değilsiniz. Oradaki bağlantılarınız dostlarınız ve sosyal çevreniz değil. Oradaki üretimler sizin eseriniz değil. Oradaki beğenmeler beğenildiğiniz anlamına gelmiyor. Bunu siz de biliyorsunuz, devletler de biliyor, akademi de, dijital mecraların yaratıcıları da... Fakat amaç, gücü pekiştirmek olduğunda gerçeğin önemi azımsanabiliyor.

Unutmayınız ki bu iç içe geçmiş zannedilen dijital-fiziki hayat sistemi, aslında tek yönlü bir işleyiştir. Sizler dijital hükümranlık alanında bir Amerikan web sayfasındaki bir kutuya bir cümle yazıp "gönder" dersiniz. Ama bu dijital eylem yüzünden, fiziken bulunduğunuz ülkenin tutumuna göre, fiziki kolluk kuvvetleri, fiziki vücudunuzu, fiziki bir karakola götürür. Avatarınız o esnada safiyane bir gülümsemeyle dijital alanınızda durmaya devam eder. Hatta, siz öldüğünüzde, dijital sistem, mecradaki bağlantılarınıza doğum gününüzü ara ara hatırlatır(!).

Dijital mecra donuk, sadece bazı tetiklemelerle durum değiştiren bir finite-state-machine yapısıdır. Oradaki sözde varlıklar ile kendinizi ve yaşantınızı tanımlamak haritayı arazi sanmak gibi bir saflıktan ibarettir.

Biraz da bu düşüncelerim nedeniyle, pandemi zamanı uzaktan çalışma beni kötü hissettirmişti. İnsan neredeyse, her şeyiyle oradadır. Kameraya karşı içinde bulunulan şartlardan bağımsız bir görüntü vermek o şartların sizi bağlamadığı anlamına gelmez. John Searle bunu "simulation is not duplication" diyerek tanımlar. Her yönüyle derin analiz etmedim ama içimde şöyle bir his var: Eğer işiniz tamamen uzaktan yapılabiliyorsa, işinizi bir bilgisayar yapabilir.

Bilgisayarsız bir dünyada da var olabilecek becerilere sahip olmalıyız. "Unuttuğumuz" yeteneklerimizi yeniden keşfetmeliyiz. Ve en önemlisi, bir kısır bilgi temsiliyeti meydanı olan dijital yapıları gerçek hayat sanarak, yaşamlarımızı kuraklaştırmamalıyız.

Bana göre, hayat bilgisayara sığmaz. 

Mimar

 
Şişli/İstanbul

Mimar olmak, mimar gibi düşünmek ve üretmek konularına uzun zamandır kafa yoruyorum. İnşaatla ilgili bir kavram olmasına karşın, inşaat harici birçok sektörde hem bir kariyer yolu, hem de bir yaklaşım tarzı olarak yer tutuyor mimarlık. Buna karşın, sadece inşaatla ilgili bir disiplin olarak formel eğitimi veriliyor hala. Kavramın günlük hayattaki yansımaları ile akademik yeri arasında bir ilişki kopukluğu var. Bu nedenle, mimari yaklaşımın ana hatlarını belirleyip, onlar üzerinden, inşaattan bağımsız bir mimari çerçeve çizebilmek üzere okumalar, konuya ilgili arkadaşlarımla tartışmalar yapıyorum bir süredir.

Mimar kelimesi, Arapça'dan gelmiş dilimize ve "imar eden" anlamını taşıyor. Kelimenin İngilizce'si architect ise Latice archiectus, o da Yunanca arkhitekton kelimesinden türemiş. Arkhi usta, üst seviye; tekton ise zanaatkar, üreten, marangoz gibi anlamlara geliyor. Yani işin içinde bir üretme, yapılandırma ve üstatlık var.

Bizim meslekte veri mimarı, yazılım/uygulama mimarı, çözüm mimarı, kurumsal mimar, sistem mimarı, bilgi mimarı, hatta iş mimarı gibi yaygın unvanlar var. Ayrıca, bu durum "isim+mimarı" formülüyle sonsuz biçimde türetilmeye de müsait. En basit gözlemle, bir konuda kıdeminiz artarken, bir noktada kendinize o konunun mimarı demeye başlıyorsunuz. Kurumunuz da buna dair bir unvan devreye alıyor ve olaylar gelişiyor.

Peki, mimarları mimar yapan nedir? Mimari yaklaşımın özünde var?

Klasik mimari ekolden derleyebildiğim başlıklar şu şekilde:

  1. Hacmi tanımlama: Ana akım mimarların yaptığı başlıca iş bu... Boş bir hacmi bir amaca hizmet eder biçimde bir yapı olarak tasarlamak. Bir nevi, yoktan var etmek. Dolayısıyla, inşaat sektörü dışında kendine mimar adı veren kişilerin, bu olmayanı tasavvur etmek ve amaca uygun bir tasarım ortaya koymak konusunda ustalaşması beklenebilir.
  2. Malzeme bilgisi: Mimarlar, tasarladıkları yapılarda kullanılacak malzemeler ve bileşenler hakkında derin bir bilgiye sahipler. Amaca uygun biçimde, ilerici, önceden denenmemiş yapı elemanlarını kullanma cesareti göstermek, bazı durumlarda da işe özel, niş yapı elemanları ve malzemeler üreterek kullanıma almak gibi öncü hareketler de yaparlar. İnşaat dışı mimarların buradan alacakları ilham, kendi tasarım malzemeleri hakkında bilgili olmak ve bazen de standart olarak el altında olmayan bileşenleri üretebilecek beceri ve cesarete sahip olmak denilebilir bence.
  3. Etkileşim tasarımı: Bir mimar, bir yapı tasarlarken o yapıyı kullanacak insanların içerdeki deneyimini, ayrıca o yapıyı konumlandırdığı yerde, yapıya girmeyip yanından geçecek olsalar dahi, insan topluluklarının yapı ile ilişkisini, merkezi ve çevresel olarak tanımlıyor ve çok boyutlu olarak tasarıma dahil ediyor. Bütün bu değerlendirmeler ışığında, yapıya son halini veriyor. Bu noktadan çıkarılabilecek ders oldukça net: İnsanı ve insanın sistemle olabilecek tüm etkileşimlerini merkeze koyarak tasarım yapmalı inşaat dışı mimarlar da. Bilgi sistemlerinde kullanılabilirlik adı verilen kavramın sadece ekran tasarımında kullanılan CSS bilşenlerine indirgendiğini hatırlarsak, mimarlara burada büyük sorumluluk düştüğünü ifade etmemiz gerekir.
  4. Uyum ve estetik: Mimarlar tasarladıkları yapıların estetik bir ifadeye sahip olmasına, ayrıca, çevre yapılarla ve unsurlarla uyum içerisinde olmasına özen gösteriyor. Uyum anlaması ve tanımlaması daha kolay bir kavram ama estetik, başlı başına derin bir konu. Zamana göre estetik algısı tamamen değişebiliyor. Klasik dönem estetiği daha kesin ölçülerle tarif edilebilirken, popüler kültürde estetik kurgu bazen birbirine taban tabana zıt olgularla kendini gösterebiliyor. Fakat, şu veya bu şekilde, bir mimarın estetik konusunda bir kültürel birikimi, algısı, yorumu olmalı. Bu anlayış ile ortaya koyacağı eserin içinde yer alacağı bağlamla örtüşüyor olmasını güvence altına alabilmeli. Yarattığı dokunun niteliğini ve o dokunun genel manzaradaki yerini tahlil konusunda uzman olmalı. Bizim sektördeki mimarların da kurgulayıp hayata aldıkları yapıların çevre sistemlerle uyumunu sağlamaya ve estetik değer yaratmaya özen göstermeleri, bu konuda bilgi ve beceriye sahip olmaları gerekir.
  5. Bakım kolaylığı ve dayanıklılık: Mimarlar, eserlerinin yıllara meydan okuyacak bir sağlamlıkta olmasına özen gösterirler. Zamanın yıpratıcı etkilerine dayanıklı yapılar üretebilmek, bir yanda kullanılan malzeme ve yapı elemanlarının niteliğine, diğer yanda kolay bakım ve yenileme imkanlarına bağlıdır. İnşaat dışı mimarların da kurdukları yapıların dayanıklı olmasına, bakım işlemlerinin düşük maliyetle halledilebilmesine dikkat etmesi, kalıcı eser bırakmaya gayret etmesi oldukça önemli.
  6. Koordinasyon: Mimarlar üretim dinamiklerinin merkezinde yer alıyor ve üretim süreçlerinde görev alan farklı uzmanları tam bir eş güdümle idare ederek yapının zamanında ve tasarıma uygun biçimde inşa edilmesini sağlıyor. Ortaya çıkan problemlerde kalıcı çözüm üretiyor, gerekirse başa dönüp tasarımı geliştiriyor. Mimarın eli daima taşın altında... Mesaj net.   

Benim mimari ortak yaklaşım eksenlerini belirlemekte gelebildiğim nokta şimdilik bu şeklide. Bilgi sistemleri üreten ve yöneten profesyonellerin bu başlıklardan esinlenerek işlerini daha iyi bir mertebeye taşıyabileceklerini düşünüyorum.

Akademi tarafında da mimarlık ve inşaat bölümleri dışında "mimari yaklaşımın esasları" başlıklı dersler olması, genç meslektaşarımızın bu kavramlara hakim olarak sektöre atılabilmeleri açısında büyük değer yaratacaktır.

Tabi ki bilgi sistemlerinin kurumsal mimari yönetimine dair Zachman ve TOGAF gibi yapılar yıllardır var. Fakat, bu mimari çerçeveler klasik mimariden ilham almıyor... Kendi içinde tutarlı ve birbiriyle ilişkili katmanları; bu katmanların zaman içindeki değişimine dair yönetim ilkelerini tanımlıyor. Belki de ana akım mimari ile kurumsal mimari yönetim disiplinlerini ortak bir potada eriterek bazı yeni öneriler yapmalıyız... 

Denemeye değer.

Maçka/İstanbul

Fotoğrafların yarattığı göz acıması için kusura bakmayın ama hayatımızın içindeki birkaç tatsız mimari gerçeği tarihe not düşmek adına paylaşmak istedim.

Turp


turp
Farsça turb, turub
1. isim, bitki bilimi Turpgillerden, yaprakları tüylü, çiçekleri beyaz, sarı, mor renkli bir bitki (Raphanus raphanistrum).
2. isim Bu bitkinin yenilen etli, yumru kökü.

Kaynak: Türk Dil Kurumu Sözlüğü
Esinlenme: René Magritte ve Michel Foucault
Üretim Aracı: ChatGPT, GPT-4-turbo versiyonu

Zeka

Pallas Athena, Rembrandt, 1657

Dikkatinizi çekti mi, bugünlerde bir şeyler yazan herkes değindiği konuyla ilgili genAI ile üretilmiş bir görsel de ekliyor içeriğe. Biraz estetik algısı olanlar ve genAI yapılarını bilenler gerçek bir görsel ile bir çırpıda üretilmiş olan genAI görseli arasındaki farkı kalitesinden kestirebiliyor.

GenAI görselleri oldukça düşük seviyede, bir derinliği yok, hepsi birbirine benziyor... Sırıtıyor. Hele sonradan üretme Atatürk fotoğrafları tam bir facia. Her dijital mecra bu tip vasat üretimlerle kaplanmakta.

Geçenlerde, Anthropic yöneticisi Dario Amodei CFR konuğu olarak bir söyleşi yaptı ve yakın zamanda üretilen "kodların" büyük çoğunluğunun genAI ile yazılacağını söyledi. Bence de, tahminen kodlama işini makineler yapacak gelecekte. Neyse ki yazılım mühendisliği, bilenler için, kodlamanın ötesinde bir kavram ve tanımı itibarıyla, yazılacak olan yeni programlar eskiden yazılmış programların bir permütasyonundan daha fazlası anlamına geliyor.

Büyük ihtimalle, meslek dışından gelen ortalama insanın tetiklemesiyle üretilecek genAI kodları aynı yukarda bahsettiğim vasat görseller gibi her yeri kaplayacak. Sadece konuya hakim olan profesyoneller rakiplerini alt edecek nitelikte yazılım sistemleri hayata alabilecek ve her yeri kaplayan başarısız "yapay üretme" kodlardan olabildiğince uzak durmaya çalışacak. Zaten, bir süre sonra da kendi üretiminin kısır döngüsü içinde kalan genAI yapıları "model collapse" denen kadere boyun eğecek.

Geleceği bilemem tabi ki ama bir ölçüt ortaya koyabilirim: Yazılım sektöründeyseniz ve bir bilgisayar programına bir bakışta yapısını anlayamıyor, olması gerekenleri tarif edemiyorsanız, internete bağlı değilken editörünüz boş kalıyorsa, "kodlayan genAI" sizi yakında işinizden edecek. Sonra da, eğer yazılım üretiminden gelir yaratıyorsa, şirketiniz batacak. 

Özün özü: Zeka kullanmayanların işini, yapay veya değil, zeka kullananlar yok edecek. 

Her zaman olduğu gibi...

İkiz

 İsis ve Osiris

Geçenlerde dijital ikiz üzerine kısa bir hikaye yazmıştım, oldukça beğenilmişti. Bu konuyu bir süre rafa kaldırırım diye düşünüyordum. Fakat, hayat öyle akmadı...

Önce, ünlü fütürist Ray Kurzweil'in kızı, New Yorker karikatüristi Amy Kurzweil ve Kaliforniya Üniversitesi felsefe hocası Daniel Story tarafından kaleme alınmış olan bir makale çıktı karşıma. Okumak isterseniz burada. Makalede, Amy Kurzweil, yıllar önce hayata veda etmiş olan hiç tanımadığı dedesi Fredric Kurzweil'den geriye kalan yazılar, günlükler, notlar vb. bilgileri kullanarak geliştirilmiş bir sohbet yazılımı "Fredbot" ile olan etkileşiminden bahsediyor. Bunun ötesinde, yazarlar, genel olarak ölmüşlerin geriye kalan verileri üzerinden yapay zeka teknikleriyle dijital ikiz yaratma düşüncesinin etrafında dolanarak bir fikir cimnastiği yapıyorlar. Birçok alışılagelmiş sınırı zorlayan, bir taraftan Pinokyo, diğer taraftan Dr. Frankenstein eserlerine dokunan; modern zamanlarda da bazı dizi ve filmlerde ele alınmış olan, gayet çekici bir konu. Teknik açıdan ne kadar yapılabilir olduğunun ötesinde, işin sosyal imkanlarının belirlenmesinde ahlaki, geleneksel ve dini faktörler de devreye girecektir tabi.

Sonra, ünlü bir danışmanlık firmasında görev yapan kıdemli analistlerden birinin konuştuğu bir seminere katıldım. Geleceğin kurumsal yazılım ekosistemi üzerine olasılıklardan, bazı senaryolardan bahsedildi. Ve bu seminerde de otonom yapay zeka unsurlarının (agentic AI) birer müşteri olarak insanların namına alışveriş, yatırım, ödeme, sipariş planlama vb. yapacağı söylendi. Konu yine şahsi dijital ikizlere bağlandı.

Sonra, Satya Nadella'nın Dwarkesh Patel ile yaptığı söyleşiyi izledim. Uzun bir video ve çok farklı konularda hem Microsoft'un, hem de kendisinin duruşunu ve yaklaşımını ifade ediyor Nadella. Benim en çok ilgimi çeken kısmı ise "beyaz yaka" diye tabir edilen, "bilgi işçisi" de dediğimiz, Nadella'nın da videoda "cognitive labor" olarak dile getirdiği sınıfın ne olduğu ve üretken yapay zeka çağında neye dönüşeceği. Bu noktada da bilgi işçilerinin mesaj okuma, toplantı notu alma, rapor okuma, yazma, özetleme, zaman planlama gibi görevleri dijital asistanlarına devredeceklerinden bahsediliyor. Tabi ki bu asistanlar giderek şahsileşecek, asıl çalışanın verileri üzerinden onun bir tür dijital uzantısı veya ikizi haline gelecektir ki yapılan bilgi işleme ve üretimlerinde kişisel kalite faktörleri ortaya konabilsin. Microsoft, tarihinin başından beri bilgi işçilerinin tanımını, sağladığı araçlarla, yapmış bir kuruluş. Belli ki şimdilerde de bizler için bir kader biçiyor... Ama bu başka bir yazı konusu. Şimdilik şahsi dijital ikiz tarafında kalalım.    

Ben, işletmlerin operasyon verileri üzerinden eş anlı simülasyon yazılımlarıyla alternatif planlama, öngörü, arıza tespiti, üretim optimizasyonu gibi işlemlerin yapılması ve bunun adına dijital ikiz denmesi fikrine hem alışığım, hem de bu yaklaşımla barışığım. Fakat, konu insanın dijital ikizine gelince aklım karışıyor. Beni bu mevzuda şüpheye iten düşünceler ahlaki veya sosyal etkilerle ilgili de değil. Tamamen veriyle ilgili.

Benim nazarımda, varoluş demek var olanın evrene yaydığı bilgi ile mümkün olan ve bu bilgi üzerinden kendini belli eden bir kavram. Bu yaklaşımım canlı ve cansız her varlığı kapsıyor. Fakat, burada sadece insanlara yöneleceğim. Çevreye fiziken yaydığımız bilgileri düşünelim: Boyumuz, ağırlığımız, görünüşümüz, yüzümüzün ifadesi, saçlarımız, sesimiz, kokumuz, hareket tarzımız, ısımız, parmak izimiz vb. akla ilk gelenler. Bütün bu vücutsal varoluş evrenimizin içinde, zihinsel süreçlerimiz de organik biçimde çalışarak hem çevreden bilgi toplayıp işlemekte, hem de bilişsel süreçlerimizin bir çıktısı olarak sembolik bilgiler üretmekte: Dil, işaretleşme ve matematiksel ifadeler de dahil her türlü sembolik bilgi kategorisini en kapsayıcı haliyle düşünelim. İşte biz, bütün bu bilgi deryası sayesinde varız.

Kişisel bilgilerin mahremiyeti ve işlenmesi hakkında bu bakış açısıyla düşündüğümüzde ufkumuz da olduka genişliyor. Bugün sadece insani algı yetenekleri çerçevesinde ses, görüntü ve sembolik kimlik bilgileri üzerinden bir yargı oluşturma anlayışı hakim. Bir kurum rızanız olmadan siz yolda yürürken güvenlik kamerasıyla video kaydınızı alırsa, o kuruma başvurarak ilgili kaydın silinmesini talep edebilirsiniz. Ve bu talebinizde haklı olursunuz. Bu örnek, yaydığınız optik bilgilerle sınırlı. Oysa, kokunuzu bilen bir köpek, siz o sokaktan geçtikten saatler sonra sokağı koklayıp sizin oradan geçmiş olduğunuzu anlayabilir. Yani, varoluşunuzdan kaynaklı evrene yayılan kişisel kimyasal bilgileriniz sanki bulaşıcı bir yapıymışçasına ortamda kalır. Eğer bir önceki örnekte güvenlik kamerasıyla sizi kaydetmiş olan kurumun bir köpeğin burnu gibi çalışan güvenlik amaçlı kimyasal sensörleri de varsa ve siz ortamda yokken dahi bir süre önce oradan geçtğinizi tespit edebiliyorsa, kişisel bilgilerin mahremiyeti ve işlenmesi konusunu nasıl ele alacağız? Dedim ya, oldukça ufuk açıcı ama bu da başka bir yazının konusu :)

Gelelim insanların dijital ikizlerini yaratmakta ortaya çıkacak olan bilgi problemlerine. Eğer ikiz yaratmaktaki amaç kişinin tam bir simülasyounu ortaya koymaksa, bu iş çok zor diyebilirim. Çünkü, insanın varoluşundan kaynaklı ortama yaydığı bilgiler, az evvel bahsettiğim gibi, çok çeşitli. İşin kötüsü, bu bilgiler hayat boyu kayıt altına alınmıyor, fragmanlar halinde kaydedilmiş oluyor. Yani mükemmel simülasonu engelleyen temel bir bilgi eksikliği problemi var ortada. Bu sorun doğumdan başlayan çok boyutlu, kesintisiz veri kaydıyla aşılabilir belki uzak bir gelecekte. Tabi, böyle bir gelecek bence çok gayrı insani olacaktır. Asıl problem daha büyük: Biz insanlar, sadece ortama yaydığımız bilgilerden ibaret değiliz. Bizi biz yapan, karakterimizin nüvesini oluşturan birçok bilgiyi sessizliğimizde muhafaza ederiz. Eylemlerimiz ve açıkça ortaya koyduğumuz mesajlarımız kadar eylemsizliklerimiz ve sessizliğimiz de varoluşumuzun formülünde büyük yer tutar. Bugünün bilgi kaydeden teknolojileri bahsettiğim bu sessizlik veya eylemsizlik hallerini kaydedemiyor. Dolayısıyla, bilgi temsili ve bilgi işleme açısından dramatik bir tanımsızlık durumu var. Hiçbir yapay zeka modeli ortaya koymadığınız ama koyabilme potansiyeli taşıdığınız bilgiler üzerinden eğitilemez. Modeller sembolik bilgiye muhtaçtır. Data Science Days 2024 etkinliğinde Akan Abdula, pazarlama yazılımlarından bahsederken "biz artık yapay zeka ile insanların bilinç altına ve derindeki motivasyonlarına ulaşmaya çalışıyoruz" demişti. Bence ortaya koyduğum sessizliğin modellenememesi sorunu nedeniyle bu da çok zor bir uğraş. Sessizliğin derinliğine dair yıllar önce bir yazı yazmıştım, merak edenler buradan ulaşabilir. Söylenmeyenler dünyasında yatar asıl insani zenginlik, bütün sürprizler, icatlar, devrimler oradan alır mayasını. Söylenenler ise ya geçmişi anlatır ki insan hep yanlış hatırlar maziyi, ya şimdiyi anlatır ki şimdinin bilincini ıskalarız çoğu zaman, ya da gelecekten bahseder ki kimse bilemez geleceği. Söylenenler lafta kalır. Bilgi tanımlama ve sunma tekniği açısından sessizliğin sembolizmi ortaya konana dek kişisel dijital ikiz, gerçekleşmesi çok çok zor bir hayaldir diyorum.

Üstelik, ünlü düşünür René Girard'ın mimetik teorisine göre ikiz uğursuzluk kabul ediliyor. Bunu da akılda tutmakta fayda var. 

Kaban

 
Tiamat ve Marduk

Yazılım mühendisleri ikiye ayrılır: Gece yarısı kabanla sistem odası terminali başında hata düzeltmiş olanlar ve diğerleri... 

O zamanlar VPN ile bağlanıp çalışmak yoktu. İş yerine gidilirdi. Kar yağınca hemen paydos verilmezdi, servisler gelemezdi, dolmuşa binilirdi. Trafik tıkanırsa, inip karda Levent'e yürünürdü. 

Gençtik, 2-3 yıl tecrübeli belki. 

Azdık, kişi başına düşen sorumluluk çoktu: Mesela ben ithalat, ihracat, görünmeyen kalemler ve kurumsal kredilerden sorumluydum.

Bekardık, cevvaldik... Dolayısıyla, bayram, tatil, yıl başı nöbetlerinin müdavimiydik.

Geç vakitte, tam eğlenirken veya uyurken, aklımızdaki son şey işken, birden telefon çalardı: 

"Yıl sonu batch programı hata aldı..." derdi operatör.

Taksi tutup Maslak'a, ofise giderdik. Sistem odasına geçip, doğrudan canlı ortam terminalini açar, problemli programı okumaya başlardık. Kaban üzerimizde... Çünkü sistem odası ayazı diye bir gerçek vardır. Donmadan, felç olmadan hatayı bulmak ve düzeltmek gerekir. 

Muhasebe departmanı bir defter-i kebirin borç/alacak karakterini ters işaretlemiş, bu nedenle bakiye hatası alınmış filan olurdu. Sabah 3'te telefonla onay alıp canlı ortamda veri düzeltip programı çalıştırır, bitmesini beklerdik. Kabanla...

Bugünlerde her şey daha başka. Biraz fazla yumuşadı her şey. Editörden çok PowerPoint kullanır oldu herkes. Kimse bilgisayar programı veya yazılım demiyor artık, "kod" deniyor hep. Kodlama kursu filan alınıyor. Herkes bir başkasının programını çağırıyor, kimse kendi yazılımını geliştirmiyor. 

Kafka mezarından kalkıp "Kafka" diye web araması yapsa dumur olurdu.

Çok iyi bir "cache" paketi, çok hızlı bir "queue" paketi, çok veriyi dar alanda tutup mikrosaniyeler mertebesinde sorgulatan veritabanları bulmak istiyor herkes. Javascript bilmek meslek oldu. Apache projelerinin en uygun kompozisyonu ile dağları devirmeye gayret edenler pek çok. Bulutu ulvi bir kurtuluş platformu olarak kabul edenler de... Büyük yazılım/donanım firmalarının ürün lansmanlarını görüp heyecanlara gark oluyor insanlar.

Yapan az, kullanmayı isteyen çok.

Uygun kombinasyonu yakalayan yaptığını düşünüyor. Sorun yaşarsa da "ticket açıyor". Ve bekliyor.

Bu günlerde her şey ve herkes sanki fazla kırılgan.

Tanıyanlar biliyor, saatleri severim. Tasarıma, mühendisliğe, tekniğe ve estetiğe meraklı herkesin saatçiliğe, daha genel anlamda, horolojiye biraz vakit ayırmasını tavsiye ederim. Çok zevkli bir dünya. Zaman denen, tanımlaması zor kavramı bir mekanik düzen ile tasvir edebilmek, zamanı göstermek üzere neredeyse evrensel bir şema yaratabilmek; bu sağlam ve etkin teknik üzerine estetik açıdan da çok zengin katmanlara sahip bir görsel arayüz yaratmak büyüleyici. Üst seviye saatçilik kulvarında yer alan Heuer, şimdiki adıyla TAG Heuer sevdiğim bir üretici. Mottoları "Don't crack under pressure". Bu sloganı işleyen etkileyici bir videoya buradan ulaşabilirsiniz.

"Baskı altında ezilme" diyor TAG Heuer. 

Peki, bu kırılganlıklar dünyasında baskıya karşı nasıl dirençli olacağız? 

Direkt lise fiziğini baz alırsak, birkaç seçenek beliriyor: (a) sert olmak, (b) esnek olmak, (c) iç basınç ile dış basıncı dengeleyebilmek. 

Son seçenek bence en geçerli olan çünkü sertliğin ve esnekliğin bir sınırı var genelde. O sınırıların ötesinde yine zaafiyet oluşur. Oysa dengeleyebilme becerisi teoride sınırsızdır. Çünkü insan, sınırlarını aşabilen bir varlıktır.

Profesyonel geçmişimde hep sistemler kurdum. Başta bilgisayar sistemleri, sonrasında süreçler, organizasyon yapıları... Fakat, ben aslen sisteme değil insanlara inanıyorum. Bazı dönemlerde, o dönemin dinamikleri gereği bazı sistemler gayet güzel iş görür ve bu durum, o sistemi kuran ve işleten insanlarla ilgilidir. İnsanları bilmek, anlamak ve onlara inanmak lazım. Mutfakta şef, orduda general, gemide kaptan ve bunların önderliğindeki herkes. 

İş hayatının meşhur konularından "aile şirketi olmak/kurumsallaşmak", "patronun yönetmesi/profesyonel yönetici atama" değerlendirmelerinde de insan doğasına odaklanmak lazım belki de. Hayatı inşa eden karaktere karşı düzeni sürdüren karakter. Bu konularda hem tecrübesi, hem akademik geçmişi üst seviyede olan bir arkadaşım "lezzeti veren son dokunuşu kim yapıyor, ona bakmalı" demişti. O dokunuşu bir insan yapıyor, bir sistem değil. O halde, insani kurguların yükseldiği, insani karakterin parmak izini belirgin biçimde vurguladığı bir döneme giriyor olabiliriz.

Bireysel etkiden bağımsız olmaya gayret eden bir sistem kurup, bu sistem dahilinde anketlerle "bağlılık" ölçmek veya abartılı "aileyiz" propagandaları yapmak yerine gerçek aile şirketleriyle devam etmek iyi bir tercih olabilir.

Her şeyin ötesinde, herhangi bir sosyal sistemin bütün ayrıntılarına dair direktiflerin netleştirilmesi neredeyse imkansızdır. O sistemde iş gören insanların karakteri yapıya mutlaka sirayet eder. Her insan, kendince bir tarzda, kendince arzuları ön planda tutarak yer alır sistemde. Konuya böyle bakınca, sistemin insandan ibaret olduğu daha da belirginleşiyor.

Kırılganlıktan uzak, umutlu, zihni ve gönlü zengin insanlarla akar hayat. Meraklı, kendiliğinden mutlu ve meşgul... Bir çocuk gibi. 

İşte böyle bir karakter baskı altında ezilmez. İç basıncıyla dış basıncı daima dengeler. 

Aslen, sibernetik (cybernetics) denen kavram, çevreden aldığı sinyallerle iç yapısını düzenleyip yön tayinini devinimsel olarak becerebilen oluşumları tarif eder. Biz insanlar, bu meziyete doğal olarak sahibiz. Kendimizi bir sistem elemanı yerine muktedir ve özerk bir şahsiyet olarak ortaya koyduğumuz her an yönümüzü bilir, ferahlığı yakalarız.

Medeniyetin ibresi, neredeyse her alanda, zıt uçlar arasında periyodik olarak salınıp duruyor. Bunu görmek için parspektifi genişletmek yeterli. İbre nerede olursa olsun, bir yetişkin olarak hayatta yer almak, karar vermek ve eyleme geçmek özgürleştirici bir tutum.

Özgür bir varoluşun belirtisi ise kendine has bilgi üretebilmek, bence.

Kabanı giyip, terminalin başında işini yapmak.

Isıyı içerden üretmek.

Hareket etmek. 

Sana ait lezzeti vermek.

Ve tat almak.