Panopticon, Jeremy Bentham
Hayatın her alanını dijital yapılarla tanımlayıp işletmek, bilgisayarlı bir evrene bir iz düşümü sağlıyor ve aslen, bizleri o evrenin kısıtlı dünyasına mahrum bırakıyor. Oysa hayat, fiziki bir durum. Bir zamanda, bir yerde var olmakla yaşarız. O var oluşun yarattığı durumları ancak oradayken kavrayıp, ancak oradayken eyleme geçeriz ki eylem hayatı tanımlayan temel etmendir. Martin Heidegger kendine has ve tatminli bir var oluşu "dasein" terimi ile ifade eder ki bir yerde var olan ve var olduğunun farkında olan anlamına gelir.
Bilgisayar öncesi sembolik sistemlere, yazıya, vesikaya, resmi muameleye bağlı yaratılmış bürokrasi hayatın gerçeğinden kopuk olmakla, hayatın akışkanlığına ket vurmakla itham edilirdi. Bilgisayar sonrası, aynı bağlayıcılıktaki "dijital bürokrasinin" özgürleştirici addedilmesi neden? Eski bürokrasiye göre daha rahat(!) diye mi? Peki, dijital bürokrasi, gerçekte yaşanan hayatın esasına ne kadar uygun?
Bilginin üretimi ve dağıtımı her dönemde, her türlü otoritenin ilgisini çeken başlıca konuydu. Şimdi de öyle. Doğduğumuz anda verilen kimlik ile adeta bu dünyada varlığımız kabul ediliyor. Bir tür ilahi olmayan vaftiz gibi. Bu belgeleme ile "resmen" insan oluyoruz.
Oysa, kimlik olmasa da fiziken varız ve insanız.
Uçsuz bucaksız toprakların tapu ve kadastro ile kimliklendirilmesi de benzer bir durum. Sosyal medya mecralarında paylaşım yapan tarafın bir başkasını etiketlemesi de bir tür otoriter erginleme sembolizmi olarak kabul edilebilir: O anda herhengi bir imaj değil, bir insan olursunuz. İster ilahi, ister dünyevi olsun, güç sahibi olanlar sembolik bir bilgi onama süreci ile kendine tasdikli tebaa yaratmakta...
Oysa topraklar var, dağlar var, ırmaklar var, biz varız. Sembolik sistemlere dayalı onay veren bir otorite olmasa da varız.
Şimdilerde, dijital içerik üretimleri insandan ari bir duruma geldiği için, meslek olarak içerik üretenler gergin. "Bilgisayar hakkımızı çalıyor ve mesleğimizi haksızca ele geçiriyor" diyorlar. Burada da yanılgı, mesleği üretilen içeriğe indirgemek bence.
Bir ressam, eserinin dijital olmasına neden razı olmuştu?
NFT ile neden imza atmıştı?
Üretimde kullandığı malzemeler, eseri sergilediği ortamlar ve en önemlisi üretim süreçleri neden hiç konuşulmaz olmuştu?
Bilgi üreten bir bilgi işçisinin değer biçilen eylemi neden bilgisayarındaki sunum dosyasına indirgenmişti?
Değer atfedilen bilgi ifade biçimi bir dosyadan mı ibaretti?
İnsanlar bu nedenle mi iş değiştirirken bilgisayarlarındaki şirket dosyalarını alıp götürmeye meyilli?
Dosyaların yoksa profesyonel dünyada yok musun?
Hayatın dijital dosyalara indirgenerek tanımlandığı bu örnekler gerçek var oluşumuzdan kopuk olduğu ölçüde boğucu bir etki de yaratmakta.
Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz adlı kitapta, Aziz Nesin'in de değindiği, trajediye kayan bir komiklik içinde yaşamayı kabullenmiş bireyler için uyanma vakti geldi artık. Bir bürokratik otorite size öldüğünüzü beyan ettiğinde ölmediğiniz gibi, Dall-e resim yaptığında ressamlığınız da yok olmuyor. Esas olan içinde bulunduğunuz zaman-mekanda aldığınız nefes ve attığınız size has adımdır.
Evinizin bir köşesinde hareketsiz dururken, bağlantı kurduğunuz dijital mecrada fırtınalar kopuyor olması, üzerinde düşünmeye değer bir çelişki resmi. Eğer, gerçekten özgün sembolik bilgi üretimi ile geçiniyorsanız dahi, vücuden hayatın gerçek etkileşimlerinden mahrum kalarak özgün üretime devam edebilmeniz pek mümkün olmaz. Hayat Kartezyen bir akışa tabi değil. Descartes'ın yaptığı gibi bir sobanın içinde otururken, salt düşünce ile bir dünya inşa edemeyiz. Zihninizin tek girdi kaynağı bilgisayar ekranı ise zengin düşünceler üretmeniz pek mümkün olmaz. İçerik üretimine dayalı mesleğinizi özgün içerik üretme disliplin ve sorumluluğundan kopartarak icra ediyorsanız, yani çoğu zaman kopyala/yapıştır ile devam ediyorsanız, bilgisayarlardan mesleki anlamda korkmakta haklısınız.
Gerçekte var olmadığınız dijital hükümranlık alanında sanki varmışçasına baskı hissetmenize gerek yok. Sosyal medya profiliniz siz değilsiniz. Oradaki bağlantılarınız dostlarınız ve sosyal çevreniz değil. Oradaki üretimler sizin eseriniz değil. Oradaki beğenmeler beğenildiğiniz anlamına gelmiyor. Bunu siz de biliyorsunuz, devletler de biliyor, akademi de, dijital mecraların yaratıcıları da... Fakat amaç, gücü pekiştirmek olduğunda gerçeğin önemi azımsanabiliyor.
Unutmayınız ki bu iç içe geçmiş zannedilen dijital-fiziki hayat sistemi, aslında tek yönlü bir işleyiştir. Sizler dijital hükümranlık alanında bir Amerikan web sayfasındaki bir kutuya bir cümle yazıp "gönder" dersiniz. Ama bu dijital eylem yüzünden, fiziken bulunduğunuz ülkenin tutumuna göre, fiziki kolluk kuvvetleri, fiziki vücudunuzu, fiziki bir karakola götürür. Avatarınız o esnada safiyane bir gülümsemeyle dijital alanınızda durmaya devam eder. Hatta, siz öldüğünüzde, dijital sistem, mecradaki bağlantılarınıza doğum gününüzü ara ara hatırlatır(!).
Dijital mecra donuk, sadece bazı tetiklemelerle durum değiştiren bir finite-state-machine yapısıdır. Oradaki sözde varlıklar ile kendinizi ve yaşantınızı tanımlamak haritayı arazi sanmak gibi bir saflıktan ibarettir.
Biraz da bu düşüncelerim nedeniyle, pandemi zamanı uzaktan çalışma beni kötü hissettirmişti. İnsan neredeyse, her şeyiyle oradadır. Kameraya karşı içinde bulunulan şartlardan bağımsız bir görüntü vermek o şartların sizi bağlamadığı anlamına gelmez. John Searle bunu "simulation is not duplication" diyerek tanımlar. Her yönüyle derin analiz etmedim ama içimde şöyle bir his var: Eğer işiniz tamamen uzaktan yapılabiliyorsa, işinizi bir bilgisayar yapabilir.
Bilgisayarsız bir dünyada da var olabilecek becerilere sahip olmalıyız. "Unuttuğumuz" yeteneklerimizi yeniden keşfetmeliyiz. Ve en önemlisi, bir kısır bilgi temsiliyeti meydanı olan dijital yapıları gerçek hayat sanarak, yaşamlarımızı kuraklaştırmamalıyız.
Bana göre, hayat bilgisayara sığmaz.