Silo

 
Senwes tahıl siloları (275 bin ton kapasiteli), Güney Afrika

UniCredit ile ortak çalıştığımız günlerde birçok İtalyan iş arkadaşımız vardı. Biri de Ricardo. Çok iyi bir yazılım mühendisiydi Ricardo... Eminim duymuşsunuzdur, yapısal programa dilleriyle yazılım geliştirirken programınızın yukardan aşağıya tam bir mantık duruluğu içerisinde akıp, başarıyla bitmesi istenir. GOTO komutu ile akışın bozulması çok kötü karşılanır. Bu tip "yapısı bozuk" programlara spagetti sitili programlar denir. İşte Ricardo bu benzetmeye cepheden karşı çıkardı. "Spagetti mükemmeldir ve böylesine kötü bir yazılım pratiğine spagetti denmesi saçmalık" derdi. Hatta, benzer sebeplerle, yapısı düzgün programlara lazanya stili programlama denmesine de isyan ederdi.

Gerçekten de iş hayatı birçok klişeleşmiş benzetme ve etiketlemeye boğulmuş durumda. Öyle ifadeler var ki sadece iş hayatında kullanım sahası bulabilmiş, hayatın esas zenginliği içerisinde hiçbir bağlama oturmuyor ve oldukça sığ kalıyor. "Siloları yıkmak" bu kalıplaşmış laflardan biri.

Hayatında silo görmemiş, silo inşa etmenin inceliklerinden bihaber, silonun faydalarını hiç düşünmemiş niceleri, siloları yıkmanızı öğütlemiştir eminim sizlere de... İş hayatının derin düşünmeye muhalif, her olguyu bir kapsül gibi yaygın biçimde, her tarafa tatbik etme eğilimi ve yarattığı zihinsel kısırlık mücadele etmemiz gereken bir şey bence. Ayrıca, ben genel olarak her şeyi mukayese veya benzetme ile tarif etme yöntemini çok ilkel buluyorum.

Gelin, silolara biraz yakından bakalım. 

Silolar tarım, gıda, kimya ve yapı sektörleri için son derece hayati saklama üniteleridir. Barındıracakları maddenin doğasına göre özel izolasyon, statik, havalandırma, direnç, yükleme ve boşaltma karakteristiklerine sahip olmaları gerekir. Farklı silo üniteleri arasında materyal transferini sağlayabilmek adına oldukça iyi tasarlanmış aktarım mekanizmaları ve güç üniteleri ile desteklenirler. Optimum maliyetle maksimum materyali saklama ihtiyacını karşılayabilmek için özel geometrileri olmalıdır. Üstelik, silolar sadece pasif depolama amacıyla değil, bir fabrikada üretim sürecine entegre bekletme, biriktirme veya aktarma istasyonu olarak da konumlandırılabilirler.

Uzun lafın kısası, silolar olmasa birçok endüstrinin dengesi bozulur, bazıları da yok olur. İyi bir silo ortaya koyabilmek için malzeme bilimi, kimya, iklimlendirme, inşaat ve süreç mühendisliği gibi alanlarda beceriye sahip olmak gerekir. Yani, anlamadan, bilmeden siloları yıkarsanız başınıza kötü şeyler gelebilir.

Silolara direkt savaş açan kişiler, silo derken işletmelerdeki departmanları kastediyorlar. Oysa departmanlaşma salt negatif bir anlama gelemez. Aksine, modüler tasarımın ve kontrollü otonominin bir yansımasıdır. Bir bakış açısıyla, düzeni, yapısallığı ve hiyerarşiyi temsil ederler.

Medeniyet düzen, yapısallık ve hiyerarşi üzerinde kurulmuştur. Örneğin, hayat ağacı diye betimlenen olgu insanın kaosa karşı kutsadığı yapısal hiyerarşiyi temsil eder. Kökler, ana gövde, dallar, alt dallar, yapraklar ve bu düzende yer altından göğün en yüksek mertebelerine yükselme...

Görüldüğü üzere, bir konuya yakından bakmadan ve derinlemesine akıl yürütmeden bir takım kalıp düşüncelerin izinde yol almak son derece sağlıksız bir tutum.

Bir de Conway kanunu var. Ünlü bilgisayar bilimci Melvin Conway 1960'larda ortaya koymuş bu kanunu. Conway özetle diyor ki bir organizasyonun tasarladığı sistem o organizasyonun içsel iletişim yapısının bir kopyasıdır. Bu öylesine geçerli bir içgörü ki daha ortada yazılım mühendisliği disiplini yokken böylesine bir ilişkiyi sarsılmaz bir kesinlikte tespit etmek ve devamında bu yaklaşımın empirik olarak defalarca teyit edilmiş olması inanılmaz. Bugün dahi "domain driven design" yaklaşımında anti-Conway manevraları önerilmektedir. Tabi ki Conway'in zamanında işletmeler yazılım sistemleri üretiyordu, yani tanımlayan ve baskın olan taraf organizasyon idi. Şimdilerde neredeyse işletmeler yazılım tarafından tanımlanır vaziyette. Şirketlerin yapısı bilgisayar sistemlerine o kadar bağlı ki şirkete ait yazılım sistemlerini ayakta tutabilmek adına organizasyonun orijinal yapısında yer almayan birçok departman teşkil ediliyor. Bu tersine dinamikte, Conway kanunu  nasıl ele alınmalı diye düşünmekte fayda var ama bu başka bir yazının konusu olabilecek kadar büyük bir başlık. Neticede, Conway kanununu hesaba katmadan siloları yıkarsanız, yazılım sisteminiz de yıkılabilir ve herhangi bir "anti-corruption-layer" sizi kurtaramaz.

Vasat bir var oluş için kalıplar iyi birer kılavuz olabilir. Fakat, amacınız zengin ve özgün bir yaşam sürmekse, siloları hemen yıkmayın, önce bir inceleyin.

Daha iyisini beceremeyecekseniz dokunmayın.

Yorulsanız Bile

 

Tarih 26 Ağustos oldu yine... Büyük Taarruz 103 sene önce bugün başladı. Böyle özel milli günler ve haftalarda Atatürk'ün kaleminden çıkmış veya direkt kendisi tarafından yapılmış konuşmaların derlendiği kitapları okuyup düşünmeye özen gösteriyorum.

Bu dönemde de Can Yayınları'ndan çıkmış iki eseri okudum: Biri "Yorulsanız Bile", diğeri de "Mütarekeden Zafere". İki kitapta da Atatürk'ün yaptığı konuşmalar kronolojik olarak derlenmiş.

Atatürk, söz söylemekte çok yetkin bir lider. Bu iki kitapta yer alan birçok konuşması ilham verici, net ve etkili ama Yorulsanız Bile adlı kitabın 75. sayfasında bir tanesi var ki birçok açıdan beni derinden etkiledi ve buraya not düşmek istedim. Bu konuşmayı Atatürk, 27 Ocak 1923 tarihinde, henüz vefat etmiş olan annesinin İzmir'deki mezarı başında yapmış. Bir oğul, bir asker, bir devlet adamı ve bir idealist lider perspektiflerinden, konuşmayı yaptığı döneme, ve geleceğe dair ibret dolu ve duygu yüklü sözler: 

Annem Bu Toprağın Altında

Zavallı validem, bedenini bütün millet için ideal olan İzmir'in kutsal topraklarına bırakmış bulunuyor. Arkadaşlar, ölüm yaradılışın en tabii kanunudur. Fakat, böyle olmakla beraber bazen ne hüzünlü görünümler arz eder. Burada yatan validem, zulmün, zorun bütün milleti felaket uçurumuna götüren bir keyfi idarenin kurbanı olmuştur. Açıklamama müsade buyurursanız, ıstıraplı hayatının bariz birkaç noktasını arz edeyim. Abdülhamit devrindeydi, 1905 tarihinde okuldan henüz kurmay yüzbaşısı olarak çıkmıştım. Hayata ilk adımı atıyordum. Fakat, bu adım hayata değil, zindana denk geldi. Hakikaten bir gün beni aldılar ve baskıcı idarenin zindanlarına koydular. Orada aylarca kaldım. Validem, bundan ancak hapisten çıktıktan haberdar olabildi. Ve derhal beni görmekte acele etti. İstanbul'a geldi. Fakat, orada kendisiyle ancak 3-5 gün görşmek nasip oldu. Çünkü tekrar baskıcı idarenin hafiyeleri, casusları, cellatları ikametgahımızı sarmış ve beni alıp götürmüşlerdi. Validem ağlayarak arkamdan takip ediyordu. Beni sürgüne götürecek olan vapura bindirilirken benimle görüşmekten men edilen validem göz yaşlarıyla Sirkeci rıhtımında hüzün içinde terk edilmiş bulunuyordu. Sürgünde geçirdiğim tehlikeler onun hayatını ıstıraplar ve göz yaşları içinde geçirmiştir.

Başka bir nokta daha: Mütareke zamanında Anadolu'ya geçtiğim zaman, validemi ıstırap içinde İstanbul'da bırakmak zounda kalmıştım. Yanıma kendisinin kattığı bir adamım vardı. Bunu Erzurum'dan İstanbul'a gönderdiğim zaman. Validem bu adamın yalnız olarak geldiğinden haberdar olduğu dakikada, benim hakkımda halife ve padişah tarafından verilmiş olan idam kararının infaz edildiğini sanmış ve bu yüzden felç geçirmişti. Ondan sonra, bütün mücadele seneleri onun hayatını elem, ıstırap içinde geçirtmişti. Padişah ve hükümtinin ve bütün düşmanların daima baskı ve işkencesi altında kalmıştı. İkametgahı bin türlü sebep ve vesilelerle basılır ve aranır, kendisi rahatsız edilirdi. Validem üç buçuk senelik bütün gece ve gündüzlerini göz yaşları içinde geçirdi. Bu göz yaşları ona gözlerini kaybettirdi. Nihayet, pek yakın zamanda onu İstanbul'dan kurtarabildim. Ona kavuşabildim ki, o artık maddeten ölmüştü, yalnız manen yaşıyordu.

Validemin vefatından şüphesiz çok üzgünüm. Ancak, bu üzüntümü gideren ve beni rahatlatan bir şey var ki, o da vatanı yok edip harabe haline getiren idarenin artık bir daha geri dönmemek üzere tarihin karanlık sayfalarına gömülmüş olduğunu görmektir. Valide hanım bu toprakların altında yatıyor ama milli egemenlik ilelebet yaşayacak. Beni teselli eden en büyük güç budur. Evet, milli egemenlik sonsuza kadar devam edecektir. Valide hanımın ruhu ve tüm atalarımızın ruhu önünde, onlara verdiğim vicdan yemini ile tekrar ediyorum. Valide hanımın mezarının önünde ve Allah'ın huzurunda yemin ederim ki, bu kadar kan dökerek milletin kazandığı ve kesinleştirdiği egemenliği korumak ve savunmak için gerekirse, onun yanına gitmkte asla tereddüt etmeyceğim. Milli egemenlik uğruna canımı vermek, benim için vicdan ve namus borcu olacaktır.

 
Atatürk, bu konuşmayı yaptığı esnada çekilen bir fotoğrafı. Fevzi Çakmak ve Kazım Karabekir de aynı karede.

Eski Çamlar


Geçen ay meşhur bir "Data & Analytics" etkinliğine katıldım. Aşağı yukarı yer aldığım her seansta yapay zekadan bahsedildi. Yapay zekaya dair en çok yönetişim faktörleri hakkında konuşuldu. Hangi kullanım türlerini nasıl devreye almak lazım, yönetim kurullarına bu işleri nasıl sunmak lazım başlıkları da boldu. "Don't boil the ocean" en çok kullanılan deyimdi. "Her şeyi hemen yapmaya kalkma, büyük düşün küçük adımlarla başla" denildi... Diğer bir yapay zeka sloganı ise "trust" idi. Yapay zeka yazılımlarına dair öngörülemezlik bu işin çözülemeyen bir parçası olduğundan, denetleme değil, güvene dayalı ilerleme önerildi. Sektörde pek yerini bulamamış olsa da Chief Data & Analytics Officer (CDAO) rollerinde yer alanlar ne yapmalı, nasıl yapmalı değerlendirmelerine yer verildi. Data, bahsetmesi nispeten kolay ve temel bir kavram olduğundan "AI-ready Data" etiketiyle veri kalitesi ve yapay zeka ilişkisi güçlü bir şekilde kuruldu. Fakat, analitik biraz öksüz kaldı. "Traditional AI" filan diyerek analitik işlere yapay zeka denilmeye çalışıldı ama pek tutmadı. Bizde bir laf vardır "eski çamlar bardak oldu" denir... Gözlemlediğim kadarıyla, eski analitikler de yapay zeka olmuş :) Ama tam da olamamış... 

Bu dejenerasyona birkaç farklı yazımda da değinmiştim. Yapay zeka, analitik, daha öncesinde veri madenciliği, onun da öncesinde iş zekası ve en temelde bilgisayar bilimi konuları hakkında kafalar karışık. Bilgi eksikliği ve sektörde yer edinme çabasıyla ayağı yere basmayan, ticari modelden yoksun hikayeleştirmeler üzerinden yaygın iletişim yapılıyor. Sıklıkla klasik hesaplama görevlerine yapay zeka denildiğine şahit oluyorum: "Ambara kaç kilo malzeme koyacağımıza yapay zeka ile karar verdik", "Satış hedeflerini yapay zeka ile veriyoruz", "Müşteri segmentlerini yapay zeka ile belirledik" vb. sözler dile getiriliyor.

Bu yazıda yapay zeka nedir, akademik taksonomide yeri nerededir, analitikten farkı nedir gibi tanımlamalara girmeyeceğim ama şunu belirtmekte fayda görüyorum: Bugünlerde yapay zeka ile ilgili yaklaşım ve ürün geliştirme faaliyetleri dünyada 4-5 büyük firma tarafından ve akademik disiplinden kopuk, puslu bir şekilde ilerliyor. Bunun farkında olmamız lazım. Bilişim tarihine baktığımızda bu bir ilk. Bu alandaki temel adımlar hep açık, akademik yanı güçlü, erişilebilir ve irdelenebilir bir nitelikteydi. Devlet girişimi de olsa, özel sektör girişimleri de olsa teknik spesifikasyonlar hep açıktı ve bir standartlaşma mantığı hakimdi. İlk işletim sistemleri, bilgisayar mimarileri, işlemci yapıları, kullanıcı etkileşim modelleri, veri tabanları, programlama dillerine bakıldığında bu makul yaklaşımın izi daima sürülebilir. Yapay zeka alanında, tarihte ilk kez en ileri çalışmalar üniversiteler dışlanarak yürütülüyor. Her şey ticari ve politik, dijital egemenlik kurmaya odaklı. Bir yerlerde daima belirsizlik ve kapalı kutular var. Standartlaşma yok. Bununla beraber, her şeyden haberi var gibi davranan büyükçe bir kitle var. Bu tezat ile makul bir istikamete varmak çok zor...

Ticari Unix işletim sistemi ve kaynak kodu kapalı yazılım lisanslaması tutumuna karşı tepki olarak özgür yazılım akımı başlamıştı ve yıllar içinde zenginleşerek kendine azımsanamayacak ölçüde yer buldu. Fakat, o zamanlar bir yetenekli ekip veya bir kişi azim gösterip işletim sistemi, compiler, editör, driver vb. geliştirebiliyordu. Bu tarz bir özgürlükçü bireysel tutumun yapay zeka alanında boy göstermesi çok zor çünkü ihtiyaç duyulan veri miktarı, donanım gücü ve enerji miktarı bireysel ölçeğin çok ötesinde. Belki akademi tarafından çok daha etkin bir yapay zeka yaklaşımı ortaya konulabilirse özgürleşme kapısı bir nebze aralanabilir.

Dolayısıyla, bilimselliğin ticari arzuların gerisinde kaldığı tekinsiz bir zeminde yapay zeka değerlendirmeleri yapmaya çalışıyoruz. Bu konularda hizmet ve teknoloji sunan firmalar da bu eksende çok yoğun propaganda yapıyorlar. Her yöneticide bir "geride kaldık" tedirginliği var. Acilen bir yapay zeka üretimi yapmak isteniyor.  

Sektör liderlerine tavsiyem, tarihi boyunca kavram ve sunum dosyası üretmiş firmalardan kavram ve sunum almaları, yazılım/donanım üretmiş firmalardan yazılım/donanım almaları ve ticari kar sağlayacak özgün rotaya bağımsızca karar vermeleri. Mevcut durumda sunum ve kavram üretmekte mahir firmalar teknoloji, teknoloji firmaları hukuki yaklaşım, hukuk firmaları da yapay zeka konusunda felsefe üretmeye meyilli. Dedim ya kafalar karışık.

Kendini ispatlamış 3 üretken yapay zeka vakası biliyorum: (i) müşteri destek hizmetleri (Service Now), (ii) akıllı doküman uyarlamaları (JP Morgan), (iii) yazılım geliştirme asistanı (Intuit). Bilgimin kaynağı Evangelos Simoudis. Somutlaştırmadan, yaklaşımın başarısını ispat etmeden basit analitik ve iş zekası uygulamaları, bazen de birinci seviyeden mantık yürütme ve aritmetik ile çözülecek birçok problemi yapay zeka ile çözüyoruz demek ve yapay zekaya mistik bir anlam yüklemek bence pek doğru değil.

Benim bugün itibarıyla bu konulara dair görüşlerim şu şekilde:
  1. Yapay zeka çok disiplinli bir alandır ama neticede, çalışan hali bir yazılım sistemidir. Yazılım mühendislerinin aktifleşmesi gerek. Çok sessizler. İşlem otonomisi, etkileşim tasarımı, hesaplama teknikleri, bilgi teorisi ve yeni bilgi temsil şekilleri ortaya koyma açılarından yapay zeka alanında bilgisayar mühendislerine çok iş düşüyor.
  2. Analitik, "demokratikleşmiş", iş zekası gibi zaman içinde tabana inmiş bir kavramdır. Her iş kolu bağımsız analitik görev yürütebilmelidir. Bilgi teknolojileri bölümleri bu amaca hizmet edecek kaliteli veri ve kullanması kolay analitik platformları iş kollarına sunabilmelidir. Veriye dayalı her fikir saatler mertebesinde iş kolları tarafından test edilebilmeli, uygunsa devreye alınabilmelidir. Teknolojik altyapı bu çevikliği destekler nitelikte olmalıdır.
  3. Veri bilimi, tanımı itibarıyla çokça sorgulanan bir dal olarak belirmişti. Her kurumun ve otoritenin kendine has bir veri bilimi Venn diyagramı vardı. Neticede bu ekipler kuruldu, gelişti... Başta her yönetici "PhD arakadaşlarla bomba gibi ekip kurduk" diye yola çıktılar. Bu arkadaşlar genelde Python programlama dili ile kısa kodlar yazıp meşhur birkaç library kullandılar. Daha net olmak gerekirse, neredeyse hepsi xgboost ve lightgbm ile iş kollarının verdikleri target değişken için en iyi Gini katsayısını yakalamaya çalıştı. "Gini fetişi" diyordu tanıdığım bir CDAO bu duruma. Bir bilgi sisteminin temel taşı olan özgün veri yapısı tasarımı hiç hayata alınamadı. Çok kolonlu, "flat", değişken kümeleriyle ilerlendi. Uzatmayayım, veri bilimi çabaları mantıksal temellendirme, planlama ve stratejik karar otomasyonları alanlarında hayal edildiği ölçüde başarılı olamadı. Zaten belli bir sınırın geçilemeyeceğine dair teorik çerçeveler hep vardı ama bugün yapay zeka için yaratılmış mistik tutum o zamanlar da veri bilimi için yaratılmıştı. Korona salgını esnasında zaman serisi verileri üzerinden salgının bitme zamanını tahmin çabalarını ve yaşanan hüsranı hatırlayın. Evreni deterministik bir düzende işliyor sanarak veriye sahip olanın geleceği bileceği inancına kapılmaktan kaynaklı bir durum. Felsefi niteliği bir yana, günümüzde, ortamda kaliteli veri var ise veri bilimi faaliyetleri teknik olarak tümüyle otomasyona alınabiliyor. Bu konuda birçok başarılı ticari ürün var. Diğer yandan, şu sıralar kimse veri biliminden bahsetmiyor, herkes yapay zekaya yöneldi. Oysa yapay zeka, veri biliminin devamı veya ilerlemiş hali değildir.
  4. "Yazılım artık makineler tarafından yapılıyor" inancına sahip birçok yeni mezun bilgisayar mühendisine rastlamaya başladım. Kodu yazılım sanıyorlar. Bu noktada öğretim üyelerine büyük iş düşüyor. Yenilikçi bilgi sistemleri üretebilecek kalibrede bir zihin yapısına dönülmesi gerek. Bugünlerde veri, bilgi sistemi, yazılım, yapay zeka vb. birbirinden bağımsız kavramlarmışçasına bir güdülenme var ve bence hatalı. Hiç kimse her şeyi bilemez ama bilişim tarihini iyi anlatmak ve ilişkilerin doğru kurulmasını sağlamak bir çıkış yöntemi olabilir.
  5. Üretken yapay zeka kullanarak kod üreten ve bu yaklaşımla profesyonel yazılım mühendisliği yapabileceğini sanan, bazı mesleki yeterlilik sınavlarında dahi bu davranışı sergileyen kurnaz ve dar görüşlü bir kitle türedi ve sayıları hızla artıyor. Yazılım ürünleri üzerinden ticari faaliyet yürüten kurumların bu kitleye karşı dirençli yöntemler geliştirmesi gerek.

Yine hiçbir şeyi beğenmeyip, her şeye bir kulp takmış gibi bir tutum sergiledim ama bunu daha önceki bir yazımda izah etmiştim: Ben ÖYS neslinden bir fen liseliyim. Seçenekler arasından en uygununa razı olmak bizim anlayışımıza ters düşüyor. Bizde formül ezberlemek yok. Temeli öğrenip formülleri her seferinde baştan türetebilmek üzerine eğitildik. Biz önce soruya bakarız enine boyuna, ve gerekirse "bu soru yanlış" deriz. Kalemi atarız, sonuçlarına da katlanırız :) 

Dijital

 Panopticon, Jeremy Bentham

Hayatın her alanını dijital yapılarla tanımlayıp işletmek, bilgisayarlı bir evrene bir iz düşümü sağlıyor ve aslen, bizleri o evrenin kısıtlı dünyasına mahrum bırakıyor. Oysa hayat, fiziki bir durum. Bir zamanda, bir yerde var olmakla yaşarız. O var oluşun yarattığı durumları ancak oradayken kavrayıp, ancak oradayken eyleme geçeriz ki eylem hayatı tanımlayan temel etmendir. Martin Heidegger kendine has ve tatminli bir var oluşu "dasein" terimi ile ifade eder ki bir yerde var olan ve var olduğunun farkında olan anlamına gelir.

Bilgisayar öncesi sembolik sistemlere, yazıya, vesikaya, resmi muameleye bağlı yaratılmış bürokrasi hayatın gerçeğinden kopuk olmakla, hayatın akışkanlığına ket vurmakla itham edilirdi. Bilgisayar sonrası, aynı bağlayıcılıktaki "dijital bürokrasinin" özgürleştirici addedilmesi neden? Eski bürokrasiye göre daha rahat(!) diye mi? Peki, dijital bürokrasi, gerçekte yaşanan hayatın esasına ne kadar uygun?

Bilginin üretimi ve dağıtımı her dönemde, her türlü otoritenin ilgisini çeken başlıca konuydu. Şimdi de öyle. Doğduğumuz anda verilen kimlik ile adeta bu dünyada varlığımız kabul ediliyor. Bir tür ilahi olmayan vaftiz gibi. Bu belgeleme ile "resmen" insan oluyoruz. 

Oysa, kimlik olmasa da fiziken varız ve insanız. 

Uçsuz bucaksız toprakların tapu ve kadastro ile kimliklendirilmesi de benzer bir durum. Sosyal medya mecralarında paylaşım yapan tarafın bir başkasını etiketlemesi de bir tür otoriter erginleme sembolizmi olarak kabul edilebilir: O anda herhengi bir imaj değil, bir insan olursunuz. İster ilahi, ister dünyevi olsun, güç sahibi olanlar sembolik bir bilgi onama süreci ile kendine tasdikli tebaa yaratmakta...

Oysa topraklar var, dağlar var, ırmaklar var, biz varız. Sembolik sistemlere dayalı onay veren bir otorite olmasa da varız.

Şimdilerde, dijital içerik üretimleri insandan ari bir duruma geldiği için, meslek olarak içerik üretenler gergin. "Bilgisayar hakkımızı çalıyor ve mesleğimizi haksızca ele geçiriyor" diyorlar. Burada da yanılgı, mesleği üretilen içeriğe indirgemek bence. 

Bir ressam, eserinin dijital olmasına neden razı olmuştu?

NFT ile neden imza atmıştı?

Üretimde kullandığı malzemeler, eseri sergilediği ortamlar ve en önemlisi üretim süreçleri neden hiç konuşulmaz olmuştu? 

Bilgi üreten bir bilgi işçisinin değer biçilen eylemi neden bilgisayarındaki sunum dosyasına indirgenmişti?

Değer atfedilen bilgi ifade biçimi bir dosyadan mı ibaretti?

İnsanlar bu nedenle mi iş değiştirirken bilgisayarlarındaki şirket dosyalarını alıp götürmeye meyilli? 

Dosyaların yoksa profesyonel dünyada yok musun? 

Hayatın dijital dosyalara indirgenerek tanımlandığı bu örnekler gerçek var oluşumuzdan kopuk olduğu ölçüde boğucu bir etki de yaratmakta.

Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz adlı kitapta, Aziz Nesin'in de değindiği, trajediye kayan bir komiklik içinde yaşamayı kabullenmiş bireyler için uyanma vakti geldi artık. Bir bürokratik otorite size öldüğünüzü beyan ettiğinde ölmediğiniz gibi, Dall-e resim yaptığında ressamlığınız da yok olmuyor. Esas olan içinde bulunduğunuz zaman-mekanda aldığınız nefes ve attığınız size has adımdır.

Evinizin bir köşesinde hareketsiz dururken, bağlantı kurduğunuz dijital mecrada fırtınalar kopuyor olması, üzerinde düşünmeye değer bir çelişki resmi. Eğer, gerçekten özgün sembolik bilgi üretimi ile geçiniyorsanız dahi, vücuden hayatın gerçek etkileşimlerinden mahrum kalarak özgün üretime devam edebilmeniz pek mümkün olmaz. Hayat Kartezyen bir akışa tabi değil. Descartes'ın yaptığı gibi bir sobanın içinde otururken, salt düşünce ile bir dünya inşa edemeyiz. Zihninizin tek girdi kaynağı bilgisayar ekranı ise zengin düşünceler üretmeniz pek mümkün olmaz. İçerik üretimine dayalı mesleğinizi özgün içerik üretme disliplin ve sorumluluğundan kopartarak icra ediyorsanız, yani çoğu zaman kopyala/yapıştır ile devam ediyorsanız, bilgisayarlardan mesleki anlamda korkmakta haklısınız.

Gerçekte var olmadığınız dijital hükümranlık alanında sanki varmışçasına baskı hissetmenize gerek yok. Sosyal medya profiliniz siz değilsiniz. Oradaki bağlantılarınız dostlarınız ve sosyal çevreniz değil. Oradaki üretimler sizin eseriniz değil. Oradaki beğenmeler beğenildiğiniz anlamına gelmiyor. Bunu siz de biliyorsunuz, devletler de biliyor, akademi de, dijital mecraların yaratıcıları da... Fakat amaç, gücü pekiştirmek olduğunda gerçeğin önemi azımsanabiliyor.

Unutmayınız ki bu iç içe geçmiş zannedilen dijital-fiziki hayat sistemi, aslında tek yönlü bir işleyiştir. Sizler dijital hükümranlık alanında bir Amerikan web sayfasındaki bir kutuya bir cümle yazıp "gönder" dersiniz. Ama bu dijital eylem yüzünden, fiziken bulunduğunuz ülkenin tutumuna göre, fiziki kolluk kuvvetleri, fiziki vücudunuzu, fiziki bir karakola götürür. Avatarınız o esnada safiyane bir gülümsemeyle dijital alanınızda durmaya devam eder. Hatta, siz öldüğünüzde, dijital sistem, mecradaki bağlantılarınıza doğum gününüzü ara ara hatırlatır(!).

Dijital mecra donuk, sadece bazı tetiklemelerle durum değiştiren bir finite-state-machine yapısıdır. Oradaki sözde varlıklar ile kendinizi ve yaşantınızı tanımlamak haritayı arazi sanmak gibi bir saflıktan ibarettir.

Biraz da bu düşüncelerim nedeniyle, pandemi zamanı uzaktan çalışma beni kötü hissettirmişti. İnsan neredeyse, her şeyiyle oradadır. Kameraya karşı içinde bulunulan şartlardan bağımsız bir görüntü vermek o şartların sizi bağlamadığı anlamına gelmez. John Searle bunu "simulation is not duplication" diyerek tanımlar. Her yönüyle derin analiz etmedim ama içimde şöyle bir his var: Eğer işiniz tamamen uzaktan yapılabiliyorsa, işinizi bir bilgisayar yapabilir.

Bilgisayarsız bir dünyada da var olabilecek becerilere sahip olmalıyız. "Unuttuğumuz" yeteneklerimizi yeniden keşfetmeliyiz. Ve en önemlisi, bir kısır bilgi temsiliyeti meydanı olan dijital yapıları gerçek hayat sanarak, yaşamlarımızı kuraklaştırmamalıyız.

Bana göre, hayat bilgisayara sığmaz. 

Mimar

 
Şişli/İstanbul

Mimar olmak, mimar gibi düşünmek ve üretmek konularına uzun zamandır kafa yoruyorum. İnşaatla ilgili bir kavram olmasına karşın, inşaat harici birçok sektörde hem bir kariyer yolu, hem de bir yaklaşım tarzı olarak yer tutuyor mimarlık. Buna karşın, sadece inşaatla ilgili bir disiplin olarak formel eğitimi veriliyor hala. Kavramın günlük hayattaki yansımaları ile akademik yeri arasında bir ilişki kopukluğu var. Bu nedenle, mimari yaklaşımın ana hatlarını belirleyip, onlar üzerinden, inşaattan bağımsız bir mimari çerçeve çizebilmek üzere okumalar, konuya ilgili arkadaşlarımla tartışmalar yapıyorum bir süredir.

Mimar kelimesi, Arapça'dan gelmiş dilimize ve "imar eden" anlamını taşıyor. Kelimenin İngilizce'si architect ise Latice archiectus, o da Yunanca arkhitekton kelimesinden türemiş. Arkhi usta, üst seviye; tekton ise zanaatkar, üreten, marangoz gibi anlamlara geliyor. Yani işin içinde bir üretme, yapılandırma ve üstatlık var.

Bizim meslekte veri mimarı, yazılım/uygulama mimarı, çözüm mimarı, kurumsal mimar, sistem mimarı, bilgi mimarı, hatta iş mimarı gibi yaygın unvanlar var. Ayrıca, bu durum "isim+mimarı" formülüyle sonsuz biçimde türetilmeye de müsait. En basit gözlemle, bir konuda kıdeminiz artarken, bir noktada kendinize o konunun mimarı demeye başlıyorsunuz. Kurumunuz da buna dair bir unvan devreye alıyor ve olaylar gelişiyor.

Peki, mimarları mimar yapan nedir? Mimari yaklaşımın özünde var?

Klasik mimari ekolden derleyebildiğim başlıklar şu şekilde:

  1. Hacmi tanımlama: Ana akım mimarların yaptığı başlıca iş bu... Boş bir hacmi bir amaca hizmet eder biçimde bir yapı olarak tasarlamak. Bir nevi, yoktan var etmek. Dolayısıyla, inşaat sektörü dışında kendine mimar adı veren kişilerin, bu olmayanı tasavvur etmek ve amaca uygun bir tasarım ortaya koymak konusunda ustalaşması beklenebilir.
  2. Malzeme bilgisi: Mimarlar, tasarladıkları yapılarda kullanılacak malzemeler ve bileşenler hakkında derin bir bilgiye sahipler. Amaca uygun biçimde, ilerici, önceden denenmemiş yapı elemanlarını kullanma cesareti göstermek, bazı durumlarda da işe özel, niş yapı elemanları ve malzemeler üreterek kullanıma almak gibi öncü hareketler de yaparlar. İnşaat dışı mimarların buradan alacakları ilham, kendi tasarım malzemeleri hakkında bilgili olmak ve bazen de standart olarak el altında olmayan bileşenleri üretebilecek beceri ve cesarete sahip olmak denilebilir bence.
  3. Etkileşim tasarımı: Bir mimar, bir yapı tasarlarken o yapıyı kullanacak insanların içerdeki deneyimini, ayrıca o yapıyı konumlandırdığı yerde, yapıya girmeyip yanından geçecek olsalar dahi, insan topluluklarının yapı ile ilişkisini, merkezi ve çevresel olarak tanımlıyor ve çok boyutlu olarak tasarıma dahil ediyor. Bütün bu değerlendirmeler ışığında, yapıya son halini veriyor. Bu noktadan çıkarılabilecek ders oldukça net: İnsanı ve insanın sistemle olabilecek tüm etkileşimlerini merkeze koyarak tasarım yapmalı inşaat dışı mimarlar da. Bilgi sistemlerinde kullanılabilirlik adı verilen kavramın sadece ekran tasarımında kullanılan CSS bilşenlerine indirgendiğini hatırlarsak, mimarlara burada büyük sorumluluk düştüğünü ifade etmemiz gerekir.
  4. Uyum ve estetik: Mimarlar tasarladıkları yapıların estetik bir ifadeye sahip olmasına, ayrıca, çevre yapılarla ve unsurlarla uyum içerisinde olmasına özen gösteriyor. Uyum anlaması ve tanımlaması daha kolay bir kavram ama estetik, başlı başına derin bir konu. Zamana göre estetik algısı tamamen değişebiliyor. Klasik dönem estetiği daha kesin ölçülerle tarif edilebilirken, popüler kültürde estetik kurgu bazen birbirine taban tabana zıt olgularla kendini gösterebiliyor. Fakat, şu veya bu şekilde, bir mimarın estetik konusunda bir kültürel birikimi, algısı, yorumu olmalı. Bu anlayış ile ortaya koyacağı eserin içinde yer alacağı bağlamla örtüşüyor olmasını güvence altına alabilmeli. Yarattığı dokunun niteliğini ve o dokunun genel manzaradaki yerini tahlil konusunda uzman olmalı. Bizim sektördeki mimarların da kurgulayıp hayata aldıkları yapıların çevre sistemlerle uyumunu sağlamaya ve estetik değer yaratmaya özen göstermeleri, bu konuda bilgi ve beceriye sahip olmaları gerekir.
  5. Bakım kolaylığı ve dayanıklılık: Mimarlar, eserlerinin yıllara meydan okuyacak bir sağlamlıkta olmasına özen gösterirler. Zamanın yıpratıcı etkilerine dayanıklı yapılar üretebilmek, bir yanda kullanılan malzeme ve yapı elemanlarının niteliğine, diğer yanda kolay bakım ve yenileme imkanlarına bağlıdır. İnşaat dışı mimarların da kurdukları yapıların dayanıklı olmasına, bakım işlemlerinin düşük maliyetle halledilebilmesine dikkat etmesi, kalıcı eser bırakmaya gayret etmesi oldukça önemli.
  6. Koordinasyon: Mimarlar üretim dinamiklerinin merkezinde yer alıyor ve üretim süreçlerinde görev alan farklı uzmanları tam bir eş güdümle idare ederek yapının zamanında ve tasarıma uygun biçimde inşa edilmesini sağlıyor. Ortaya çıkan problemlerde kalıcı çözüm üretiyor, gerekirse başa dönüp tasarımı geliştiriyor. Mimarın eli daima taşın altında... Mesaj net.   

Benim mimari ortak yaklaşım eksenlerini belirlemekte gelebildiğim nokta şimdilik bu şeklide. Bilgi sistemleri üreten ve yöneten profesyonellerin bu başlıklardan esinlenerek işlerini daha iyi bir mertebeye taşıyabileceklerini düşünüyorum.

Akademi tarafında da mimarlık ve inşaat bölümleri dışında "mimari yaklaşımın esasları" başlıklı dersler olması, genç meslektaşarımızın bu kavramlara hakim olarak sektöre atılabilmeleri açısında büyük değer yaratacaktır.

Tabi ki bilgi sistemlerinin kurumsal mimari yönetimine dair Zachman ve TOGAF gibi yapılar yıllardır var. Fakat, bu mimari çerçeveler klasik mimariden ilham almıyor... Kendi içinde tutarlı ve birbiriyle ilişkili katmanları; bu katmanların zaman içindeki değişimine dair yönetim ilkelerini tanımlıyor. Belki de ana akım mimari ile kurumsal mimari yönetim disiplinlerini ortak bir potada eriterek bazı yeni öneriler yapmalıyız... 

Denemeye değer.

Maçka/İstanbul

Fotoğrafların yarattığı göz acıması için kusura bakmayın ama hayatımızın içindeki birkaç tatsız mimari gerçeği tarihe not düşmek adına paylaşmak istedim.

Turp


turp
Farsça turb, turub
1. isim, bitki bilimi Turpgillerden, yaprakları tüylü, çiçekleri beyaz, sarı, mor renkli bir bitki (Raphanus raphanistrum).
2. isim Bu bitkinin yenilen etli, yumru kökü.

Kaynak: Türk Dil Kurumu Sözlüğü
Esinlenme: René Magritte ve Michel Foucault
Üretim Aracı: ChatGPT, GPT-4-turbo versiyonu

Zeka

Pallas Athena, Rembrandt, 1657

Dikkatinizi çekti mi, bugünlerde bir şeyler yazan herkes değindiği konuyla ilgili genAI ile üretilmiş bir görsel de ekliyor içeriğe. Biraz estetik algısı olanlar ve genAI yapılarını bilenler gerçek bir görsel ile bir çırpıda üretilmiş olan genAI görseli arasındaki farkı kalitesinden kestirebiliyor.

GenAI görselleri oldukça düşük seviyede, bir derinliği yok, hepsi birbirine benziyor... Sırıtıyor. Hele sonradan üretme Atatürk fotoğrafları tam bir facia. Her dijital mecra bu tip vasat üretimlerle kaplanmakta.

Geçenlerde, Anthropic yöneticisi Dario Amodei CFR konuğu olarak bir söyleşi yaptı ve yakın zamanda üretilen "kodların" büyük çoğunluğunun genAI ile yazılacağını söyledi. Bence de, tahminen kodlama işini makineler yapacak gelecekte. Neyse ki yazılım mühendisliği, bilenler için, kodlamanın ötesinde bir kavram ve tanımı itibarıyla, yazılacak olan yeni programlar eskiden yazılmış programların bir permütasyonundan daha fazlası anlamına geliyor.

Büyük ihtimalle, meslek dışından gelen ortalama insanın tetiklemesiyle üretilecek genAI kodları aynı yukarda bahsettiğim vasat görseller gibi her yeri kaplayacak. Sadece konuya hakim olan profesyoneller rakiplerini alt edecek nitelikte yazılım sistemleri hayata alabilecek ve her yeri kaplayan başarısız "yapay üretme" kodlardan olabildiğince uzak durmaya çalışacak. Zaten, bir süre sonra da kendi üretiminin kısır döngüsü içinde kalan genAI yapıları "model collapse" denen kadere boyun eğecek.

Geleceği bilemem tabi ki ama bir ölçüt ortaya koyabilirim: Yazılım sektöründeyseniz ve bir bilgisayar programına bir bakışta yapısını anlayamıyor, olması gerekenleri tarif edemiyorsanız, internete bağlı değilken editörünüz boş kalıyorsa, "kodlayan genAI" sizi yakında işinizden edecek. Sonra da, eğer yazılım üretiminden gelir yaratıyorsa, şirketiniz batacak. 

Özün özü: Zeka kullanmayanların işini, yapay veya değil, zeka kullananlar yok edecek. 

Her zaman olduğu gibi...