Birikenler, Yargılar, Yermeler ve Ötesi

Aristo

Rusya-Ukrayna, Savaş ve Avrupa

Rusya'nın Ukrayna'ya yaptığı askeri saldırı sonrasında, Avrupa Birliği Dışişleri ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Josep Borrell şöyle dedi: "This is the darkest hour of Europe since the end of World War 2". Bu sözüyle, 1992-95 arası Avrupa'nın tam ortasında yaşanmış olan Bosna Savaşı'nı, bu savaş esnasında Sırplar tarafından uygulanmış olan Bosnalı müslüman soykırımını görmemiş oldu. Tarihe not düşmek gerek.

Ukrayna'da Rus saldırıları nedeniyle birçok masum insanın hayatı kararıyor malesef. Kimi silaha sarılıp ülkesini savunmaya çalışıyor, kimileri de çatışmadan uzaklaşıp barışın hüküm sürdüğü Avrupa'ya kaçmaya çalışıyor. Bir mülteci akını başlayabilir Ukrayna'dan. Dilerim, askeri çatışma diplomasi ile son bulur ve Ukraynalılar savaş yüzünden başka ükelere göçmek zorunda kalmaz. Tam bu noktada, Avrupa'nın savaştan kaçan insanların geldikleri ülkeye göre ayrımcılık yapıp yapmadığını dikkatle izlemek lazım bence. Yıllardır, ortadoğu ve doğu ülkelerinden memleketlerindeki savaş nedeniyle Avrupa'ya sığınmaya çalışan göçmenlere yapılan muamele içler acısı.

Ekonomi-Politik

Rusya'nın saldırısı iki önemli konuyu belirginleştirdi bence:

1. Kendi ülkesini baskıcı yöntemlerle idare eden siyasetçilerin zararının sadece ülkelerine değil, tüm dünyaya dokunabileceğini pratik bir şekilde anlamış olduk. Dolayısıyla, demokrasi karşıtı tutumlara bel bağlamış siyasilere göz açtırmamak Birleşmiş Milletler başta olmak üzere tüm insanlığın üzerinde bir vazife olmalı gibi görünüyor.

2. Medeni dünya Rusya'yı izole ederek cezalandırmaya çalışıyor bu günlerde. Diğer yandan, serbest ticaretin ortaya koyduğu ülkeler arası karmaşık ilişkiler yumağı izolasyon tedbirlerini ilginç bir hale getiriyor. Rusya ile kesilmeye çalışılan her ilişki, ilişkinin diğer ucundaki ülkeye de zarar veriyor. Büyük resme bakınca garip bir matematik çıkar ortaya. Kesilen ilişkilerden doğan toplam zarar hesabını ekonomistlerin incelemesini merakla bekliyorum. Bence, bir denge noktasından sonra, ilişkiyi kesen tarafa verilen toplam zarar, hedefteki tarafta oluşan zararı aşar. "Yüksek teknoloji, serbest ticaret ve sanayi 4.0 çağında bir ülkeyi izole etmenin eko-politiği" gibi bir tez yazılsa zevkle okurdum. 

Bankacılık-FinTech ve Birkaç Küçük Şey

"Bankadan daha ötesi", "Banka değil, XXX" gibi bankacılığı yeren söylemlerle kendine alan açmaya çalışan, sözüm ona, FinTech girişimleri doğru yolda değil bana kalırsa. Zaten ülkemizde birçok kavram gibi FinTech kavramı da içi boşaltılmış bir dejenerasyon örneğine dönüşmekte. Bu durumun yasal düzenleme boşlukları, olgunluktan uzak pazar dinamikleri, bilgisizlik gibi nedenleri var. 

Birkaç önemli noktanın altını çizmek istiyorum. Öncelikle, FinTech kapsamı içinde (1) ödeme teknolojileri, (2) varlık yönetimi ve yatırım teknolojileri, (3) dijital bankacılık teknolojileri, (4) dijital kredilendirme ve finansman teknolojileri, (5) dijital paralar ve dağıtık finans teknolojilerinin yer aldığının farkında olmak lazım. Dolayısıyla, bu pazara girmeye çalışan bir oyuncu için bankalara savaş açar, veya bankaları alt etmişçesine tavırlar sergilemek hem komik, hem de beyhude bir durum. 

Olayı ödeme teknolojileri özelinde ele alsak da şu ortaya çıkıyor: Türk bankaları FAST sonrası 7 gün-24 saat, FAST öncesi de 5 gün-mesai saatleri zarfında anlık bankalar arası para transferi sağlayabiliyor; kartlı ödeme sistemleri ile yıllardır 7 gün-24 saat anlık ödeme sağlayabiliyor; mobil uygulamalar ile NFC veya karekod okumalı 7 gün-24 saat ödeme hizmeti sunabiliyor; POS/Sanal POS hizmetleri yıllardır sahada; ATM ağları yurt çapında ve ortak kullanıma açık... Yani, "ben ödeme sistemlerinde bankadan daha ileriyim" demek Türkiye'de komik bir laf. Dünya çapında bakarsak, settlement ve clearing adı verilen hizmetler (merak  edenler real-time gross settlement terimine bakabilir) her ülkede anlık hizmet verir durumda değil. Bankalar arası işlemler 1-3 gün sürebiliyor. Sonuç olarak, bu ülkelerde dijital/anlık ödeme sağlayıcılar bankalar karşısında avantajlı pozisyon yakalayabiliyor. Fakat, Türkiye bu resmin dışında. 

Ayrıca, özellikle 2000 yılı sonrasında hayata alınan yasal düzenlemeler ile ülkemizde bankacılık son derece olgun bir yapıya kavuşmuştur ve her dönem bu olgunluk büyük bir ivmeyle gelişme göstermiştir. Müşteriyi tanıma, işlem güvenliği, veri mahremiyeti, hesap verilebilirlik, net biçimde tanımlı olan şikayet ve çözüm mercilerinin varlığı, yüksek teknoloji yatırımları sayesinde bankalara güven üst seviyededir. Bankada paranız, işleminiz, kaydınız kaybolmaz. Karşınızda daima bir sorumlu vardır.

Öte yandan, kendine bankadan daha öte FinTech diyen, tek avantajı ödeme sonrası para iadesi, kripto-borsa transferlerinde komisyon almama olan bazı kurumların "ödeme yaptım param kayboldu" sözleriyle yakınan müşterilerine neler çektirdiğini okuyoruz. 

Bankalardan saygıyla bahsedilmesi ve işbirliği yapılmaya çalışılması pazardaki yeni oyuncular için daha gerçekçi ve uzun vadeli bir strateji.

Blockchain ve Bitcoin

Bazı temel sorularım var: Bitcoin ve familyasına kim, neden değer atfediyor? Atfedilen değerin matematiği nasıl işliyor? Klasik finansta money mechanics kavramıyla ifade ettiğimiz şey, bu dünyada nereye karşılık geliyor? 

Bunları sorunca, bu işin savunucuları "altın da sarı bir maden, ona neden değer atfedilmiş" diyorlar. Önce gülüyorum :) Gülmem bitince de altının kimyasal özelliklerinden başlayıp, tarihi gelişimine, modern endüstrideki kullanım alanlarına, on binlerce yılda edindiği estetik ve kültürel mertebeye değiniyorum. Neticede, bu mukayese benim için öğretici olmuyor.

Gelelim dağıtık finans kavramını sırtında taşıyan blockchain mevzusuna: Ağdaki tüm uçlara aynı şifreli bilgiyi geri alınamaz biçimde yaydığı için blockchain yazılım mimarisinin güvenli bir bilgi aktarım servisi olarak konumlandırılmasını anlıyorum. Fakat, neden çığır açıyor onu çözemiyorum. 

Herhangi bir bilgi aktarım servisini şifreli ve geri alınamaz bilgi birikimli hale getirebiliriz. Ve bu sistem üzerinden, ağa bağlı herhangi iki uç güvenli iletişim kurabilir. Blockchain neden mucizevi?

Konu finansal değer temsil eden ve  biriktirebilen dijital bilgilerin aracısız transferi ise, o alanda işin sırrı güvenilirliğe dayanıyor. Yani Visa, Mastercard, AmEx, SWIFT, lisanslı bankalar, merkez bankaları ve devletler el ele verip ancak %100 güvenli hizmet sunabiliyorlar. Hal böyle olunca, daima bir işlem aracısı, bir işletmen taraf, bir yasal sorumlu vb. oluyor resimde. Yani aracılar. Kimin geliştirdiği ve işlettiği belli olmayan, herhangi bir istisna ve istismar durumunda kime ne sorumluluk düşeceği belli olmayan bir platformda nasıl bir güvenilir iş mimarisi ortaya konuluyor? Değerin işlem gördüğü borsadan, kullanılan cüzdan uygulamasına kadar her bileşenin flu olduğu bir yapının hesap verme açısından riskleri vardır bence. Bilen birileri izah ederse memnun olurum.

Yapay Zeka, Veri, Pandemi ve Elektronik Ticaret

İnsan zekasıyla ele alınmayan veya ele almanın kimsenin işine gelmediği birçok mevzuyu yapay zekanın çözmesini planlayan strateji manifestoları, bilgisayar bilimleriyle uzaktan yakından ilgisi olmayan disiplinlerden gelip yapay zeka seminerleri verenler, süreç/etkileşim/iyi tasarım/akıl yürütme gibi temel kavramları yok sayıp daima veriye dayalı analize bağlı modellerle hayatı inşa ve idame etmeye çalışanlar, yayılmakta olan kod fetişi, her kelimenin arkasına "bilim" ve "mühendis" ibaresi ilave edince meslek ve disiplin türettiğini düşünenler... 

Biraz bıktırıcı.

Ama bu insani ve anlık bir bıkma. Bekleyince geçiyor. Diğer yandan, yukarda saydığım durumların yarattığı fiziki ve kültürel etkiler daha uzun bir süre devam ediyor.

Mesela, korona salgını yüzünden kapandık evlere. Elektronik ticaret hacmi tüm dünyada olduğu gibi ükemizde de arttı. Oturduğunuz yerden bağlanıyorsunuz sanal mağazaya, 5 parça ürün siparişi veriyorsunuz, 3 gün sonra geliyor adresinize, gelen 4 parçayı beğenmiyor ve iade ediyorsunuz, gelip alıyorlar kapınızdan, bankanız hallediyor ödeme ve iade işlerini... Çok akıcı, değil mi? 

Elektronik ticaret firmaları da inanılmaz kâr yaptı son dönemlerde. Arkadaki büyük lojistik ağı, eve teslim için çalışanlar, her elektronik mecra üyelikle çalıştığından çok fazla veri de biriktirildi. Nerden baksanız başarılarla dolu bir manzara. 

Peki, sokaklarda gece gündüz ses ve hava kirliliği yaratan teslimat motosikletleri, bunların asla trafik kurallarına uymaması... Bu sorun üzerine kim düşünüyor?

Eskiden motorcu alt kültürü deyince Kuzey Amerika kaynaklı, deri mont, kot pantolon, sert müzik, bira, dövme, asilik, grup olma, yol-gezerlik gibi temalar akla gelirdi. Ve bu temaları işleyen kült sinema filmleri... Yakışıklı bir grup lideri... 

Elektronik ticaret furyası bu kültürü yeniden tanımladı: Kaskı yarım takmış, cep telefonunu kask ile yanak arasına sıkıştırmış, ağzında sigara, üstünde mor tulum, yayaların arasında süren, trafiğe tersten giren, hep hız yapan, motoru bakımsız, birbirini uzaktan tanıyan ve kollayan; ve gününü kurtarma derdinde emekçi bir profil. Bu kitlenin kendine has bir sosyo-ekonomik karakteri var. Bence akademik olarak incelemeye değer.

Bu işin bir yüzü.

Diğer yanı, veri ve veri bilimi ve makine öğrenmesi ve yapay zeka. 

Bu firmalar çok veri biriktirdiği için halen yurt dışına çıkış yapmamış olan sınırlı sayıdaki yazılım mühendisi, veri mühendisi, veri bilimcisi, analiz uzmanı, veritabanı yöneticisi vb. her tür profesyoneli iyi ücretlerle işe aldılar. Veriler incelendi, analizler yapıldı, modeller geliştirildi, makineler öğrendi. 

Sonuç? 

Her televizyon kanalında, her yol üstü reklam panosunda, her Google re-marketing alanında, her Youtube video arasında, her mobil uygulama reklam arasında, her gazete reklamında adı malum birkaç elektronik ticaret firmasının reklamı dönmekte. SMS, push mesajlar, pazarlama e-postaları, oluk oluk akıyor. Yapılan yatırım ve harcanan emekle örtüşmeyen, çelişkili bir durum.

Yaratılan bilgi, iletişim, görüntü, ses, hava ve trafik kirliliğinin hesabını yapıyorlardır umarım. Çünkü sürdürülebilirlik bu kuruluşların da altına imza atmaları gereken önemli bir başlık.

Gazeteler, Tıklanmalar, Fenomenler ve Mevlana

Bağımsız ve kaliteli gazetecilik esaslarını bir yana bırakarak söylüyorum, ülkemizdeki elektronik gazete sayfaları tasarım ve kullanılabilirlik açısından pek iyi durumda değil. Dünyadaki kaliteli örneklere hiç bakılmıyor sanırım. Hepsinde tasarım şu şekilde: U şeklinde reklam alanı, tepede bir slider, periyodik full page refresh, navigasyonda araya giren modal reklam sayfaları. 

Kullanıcı deneyimi hiç önemsenmiyor sanki. Gazetenin okunmasıyla ve duru tasarımla ilgili bir kaygı da yok anlaşılan. 

"Neden böyle" denildiğinde 2 cevap var: (1) reklamdan para kazanılıyor (2) halkımız slider seviyor.

Peki.

NYT, El Pais, Guardian, Washington Post, Le Monde... Hiç merak edilmiyor mu bu gazeteler neden bizimkiler gibi tasarım yapmıyor diye?

Mantık şu tabi: Eğer trafiği yoğun bir mecraysanız, alanınıza reklam vermek istiyorlar. Daha çok para kazanabilmek için içeriğe, yoğunluğa, tasarıma, okunaklılığa, kaliteye ve ana faaliyet alanına takılmadan teslim ediliyor mecralar ajanslara ve reklam yazılımlarına. 

Ama mecranız neden yoğun trafik alıyordu eskiden? Ortaya koyduğunuz, sizi siz yapan kıymet neydi? Iskalanan kritik nokta bu belki de. 

Olası bir cevap: Performance marketing.
Fakat, tatmin edici değil çünkü dünyanın daha iyi tasarıma sahip elektronik gazeteleri de yapıyor bunu. Bir düşünmek gerek aradaki farkı, okuyucu sayısını, marka değerini.

Tıklanmalar önemsizdir bana göre. Şarkıcı PSY vardı, ne oldu şimdi ona, bilen yok. Milyarlarca defa tıklanmıştı. Squid Game vardı birkaç ay önce, hemen unutuldu. Ondan önce Lost vardı. Adeta köpük...

Benim düşünceme göre düşük kültürün tepkisel dalgalanmalarından para kazanmaya çalışmanın bıraktığı tortudan ne estetik çıkar, ne değer çıkar, ne de zenginlik.

Evvelden, TV rating takip sistemini televizyon kanalı yöneticilerinden başka kimse umursamazdı. Oysa, dijital mecra tıklanmaları herkesin odağında. Sade vatandaştan, ajans patronuna, marka sahibinden, mecra sahibine dek.

Herkes "15 dakikalığına" meşhur.

Fenomenler mesela.

Fenomenolojinin babası rahmetli Edmund Husserl hayata dönüp İnternet'te "fenomen" diye arama yapsa okuduklarından hiçbir şey anlamazdı. 

Dejenerasyon çok fena...

Mevlana, adının bir tür pideye verildiğini bilmeden hakkın rahmetine kavuştuğu için çok şanslı. Assos'ta, antik liman civarında, Aristo usulü balık satıldığını gördüm.

Bir tür sabır testi gibi.

İş Hayatı, LinkedIn

LinkedIn, her üyesi başarıdan başarıya koşan, profesyonellik odaklı agnostikliğin tavan yaptığı, etliye sütlüye bulaşılmayan bir platform. Zamanında hepimiz girdik bu platforma. Kariyerimizin en güzel yıllarını burada yaşadık :)

Son yıllarda garip bir şeyler oluyor: İnsanlar LinkedIn'de çocuklarının mezuniyet fotoğraflarını paylaşıyor.

Birçok genç, daha öğrenciyken mecraya üye oluyor. Devamında, anne babaları bu arkadaşların mezuniyetini paylaşıyor. Adeta bir profesyonel erginlenme töreni... Devamında, gençler işe başlayacaklar ve LinkedIn'de ikinci nesil, işteki ilk günlerinden emekliliklerine dek kapsanmış olacak.

İşte bu nesil, bizim kadar gösterişli olamayacak sanırım LinkedIn'de, ne de olsa herkes çaylaklık hallerine şahitlik etmiş olacak. Dijital varoluş ve kendini inşa etme dinamiklerinde organik bir dallanma yaşanıyor ve her şey biraz daha doğallaşıyor. Üzerine biraz daha derin düşünülebilecek bir konu ama burada keseyim. İlgi duyanlar, editörlüğünü Amanda Lagerkvist'in yaptığı, 2019 yılında çıkmış olan, Digital Existence adlı kitaba bir göz atabilir.

Tam bu noktada, bir iki mesele daha var değinmek istediğim:

1. Başkasının gramerini, dilini, jargonunu kullanmak bana hep garip geliyor. Son zamanlarda herkesin cümlesine "I am thrilled to..." veya "I am delighted..." diye başlaması dikkat çekici bir seviyede.

2. Malum, mesleği müsait olan, imkanı olan herkes evden çalışıyor koronadan beri. Şirketler de evlere paketler, hediyeler gönderiyor. Şirketin eve yolladığı paketleri paylaşmak çalışanlar arasında yükselen yeni değer. Dikkatimi çeken bazı gönderiler var, değinmeden edemem: Çalışanın evine salça, pekmez, çay, çorap, kekik, marmelat filan yollayanlar var. Eskiden bir ayağı köyünde olan, şehre daha bir nesil önce gelmiş aileler yazın, kışın tüketmek üzere aynı erzak malzemelerini köyden şehre getirirlerdi ki hem ürünün hasını, doğalını tüketsinler, hem alışkanlıkları devam etsin, hem de daha ekonomik olsun. Benzer şablonun şirket ile çalışan arasında bu şekilde devamı ilginç geliyor bana.

3. Sertifikalar... Şu paylaşımı merakla bekliyorum: "X sertifikasını almak çin çok çalıştım ama bu sefer alamadım. Seneye daha sıkı çalışıp başaracağım".

Son, ÖSS/ÖYS

Görüldüğü üzere, "bu böyle olmaz", "bu mantıksız", "ne alakası var", "anlamsız" diyerek geçtiğim yığınla konu var. Bu hem kişilikle alakalı, hem de eğitim gördüğüm düzenle alakalı.

Bizler yüksek okula 2 aşamalı sınavla girmiştik: Önce yüzeysel ÖSS, sonra derinlikli ÖYS. Daha sonraki nesiller, tek aşamalı ÖSS ile katıldılar yüksek öğrenime. 

Başarısı ÖSS ile ölçülen insan, verili seçeneklerden en mantıklısını seçip hızla devam eder sınava. Pratik sonuç peşindedir.

ÖYS öğrencisi ise soruya bir bakar.
Düşünür.
Seçeneklere bakar. 
Biraz daha düşünür ve "Bu soru yanlış" deyip kalemi atar kitapçığın üstüne :)

Sonuçlarına da katlanır.

No comments: