Yazılım mühendisleri ikiye ayrılır: Gece yarısı kabanla sistem odası terminali başında hata düzeltmiş olanlar ve diğerleri...
O zamanlar VPN ile bağlanıp çalışmak yoktu. İş yerine gidilirdi. Kar yağınca hemen paydos verilmezdi, servisler gelemezdi, dolmuşa binilirdi. Trafik tıkanırsa, inip karda Levent'e yürünürdü.
Gençtik, 2-3 yıl tecrübeli belki.
Azdık, kişi başına düşen sorumluluk çoktu: Mesela ben ithalat, ihracat, görünmeyen kalemler ve kurumsal kredilerden sorumluydum.
Bekardık, cevvaldik... Dolayısıyla, bayram, tatil, yıl başı nöbetlerinin müdavimiydik.
Geç vakitte, tam eğlenirken veya uyurken, aklımızdaki son şey işken, birden telefon çalardı:
"Yıl sonu batch programı hata aldı..." derdi operatör.
Taksi tutup Maslak'a, ofise giderdik. Sistem odasına geçip, doğrudan canlı ortam terminalini açar, problemli programı okumaya başlardık. Kaban üzerimizde... Çünkü sistem odası ayazı diye bir gerçek vardır. Donmadan, felç olmadan hatayı bulmak ve düzeltmek gerekir.
Muhasebe departmanı bir defter-i kebirin borç/alacak karakterini ters işaretlemiş, bu nedenle bakiye hatası alınmış filan olurdu. Sabah 3'te telefonla onay alıp canlı ortamda veri düzeltip programı çalıştırır, bitmesini beklerdik. Kabanla...
Bugünlerde her şey daha başka. Biraz fazla yumuşadı her şey. Editörden çok PowerPoint kullanır oldu herkes. Kimse bilgisayar programı veya yazılım demiyor artık, "kod" deniyor hep. Kodlama kursu filan alınıyor. Herkes bir başkasının programını çağırıyor, kimse kendi yazılımını geliştirmiyor.
Kafka mezarından kalkıp "Kafka" diye web araması yapsa dumur olurdu.
Çok iyi bir "cache" paketi, çok hızlı bir "queue" paketi, çok veriyi dar alanda tutup mikrosaniyeler mertebesinde sorgulatan veritabanları bulmak istiyor herkes. Javascript bilmek meslek oldu. Apache projelerinin en uygun kompozisyonu ile dağları devirmeye gayret edenler pek çok. Bulutu ulvi bir kurtuluş platformu olarak kabul edenler de... Büyük yazılım/donanım firmalarının ürün lansmanlarını görüp heyecanlara gark oluyor insanlar.
Yapan az, kullanmayı isteyen çok.
Uygun kombinasyonu yakalayan yaptığını düşünüyor. Sorun yaşarsa da "ticket açıyor". Ve bekliyor.
Bu günlerde her şey ve herkes sanki fazla kırılgan.
Tanıyanlar biliyor, saatleri severim. Tasarıma, mühendisliğe, tekniğe ve estetiğe meraklı herkesin saatçiliğe, daha genel anlamda, horolojiye biraz vakit ayırmasını tavsiye ederim. Çok zevkli bir dünya. Zaman denen, tanımlaması zor kavramı bir mekanik düzen ile tasvir edebilmek, zamanı göstermek üzere neredeyse evrensel bir şema yaratabilmek; bu sağlam ve etkin teknik üzerine estetik açıdan da çok zengin katmanlara sahip bir görsel arayüz yaratmak büyüleyici. Üst seviye saatçilik kulvarında yer alan Heuer, şimdiki adıyla TAG Heuer sevdiğim bir üretici. Mottoları "Don't crack under pressure". Bu sloganı işleyen etkileyici bir videoya buradan ulaşabilirsiniz.
"Baskı altında ezilme" diyor TAG Heuer.
Peki, bu kırılganlıklar dünyasında baskıya karşı nasıl dirençli olacağız?
Direkt lise fiziğini baz alırsak, birkaç seçenek beliriyor: (a) sert olmak, (b) esnek olmak, (c) iç basınç ile dış basıncı dengeleyebilmek.
Son seçenek bence en geçerli olan çünkü sertliğin ve esnekliğin bir sınırı var genelde. O sınırıların ötesinde yine zaafiyet oluşur. Oysa dengeleyebilme becerisi teoride sınırsızdır. Çünkü insan, sınırlarını aşabilen bir varlıktır.
Profesyonel geçmişimde hep sistemler kurdum. Başta bilgisayar sistemleri, sonrasında süreçler, organizasyon yapıları... Fakat, ben aslen sisteme değil insanlara inanıyorum. Bazı dönemlerde, o dönemin dinamikleri gereği bazı sistemler gayet güzel iş görür ve bu durum, o sistemi kuran ve işleten insanlarla ilgilidir. İnsanları bilmek, anlamak ve onlara inanmak lazım. Mutfakta şef, orduda general, gemide kaptan ve bunların önderliğindeki herkes.
İş hayatının meşhur konularından "aile şirketi olmak/kurumsallaşmak", "patronun yönetmesi/profesyonel yönetici atama" değerlendirmelerinde de insan doğasına odaklanmak lazım belki de. Hayatı inşa eden karaktere karşı düzeni sürdüren karakter. Bu konularda hem tecrübesi, hem akademik geçmişi üst seviyede olan bir arkadaşım "lezzeti veren son dokunuşu kim yapıyor, ona bakmalı" demişti. O dokunuşu bir insan yapıyor, bir sistem değil. O halde, insani kurguların yükseldiği, insani karakterin parmak izini belirgin biçimde vurguladığı bir döneme giriyor olabiliriz.
Bireysel etkiden bağımsız olmaya gayret eden bir sistem kurup, bu sistem dahilinde anketlerle "bağlılık" ölçmek veya abartılı "aileyiz" propagandaları yapmak yerine gerçek aile şirketleriyle devam etmek iyi bir tercih olabilir.
Her şeyin ötesinde, herhangi bir sosyal sistemin bütün ayrıntılarına dair direktiflerin netleştirilmesi neredeyse imkansızdır. O sistemde iş gören insanların karakteri yapıya mutlaka sirayet eder. Her insan, kendince bir tarzda, kendince arzuları ön planda tutarak yer alır sistemde. Konuya böyle bakınca, sistemin insandan ibaret olduğu daha da belirginleşiyor.
Kırılganlıktan uzak, umutlu, zihni ve gönlü zengin insanlarla akar hayat. Meraklı, kendiliğinden mutlu ve meşgul... Bir çocuk gibi.
İşte böyle bir karakter baskı altında ezilmez. İç basıncıyla dış basıncı daima dengeler.
Aslen, sibernetik (cybernetics) denen kavram, çevreden aldığı sinyallerle iç yapısını düzenleyip yön tayinini devinimsel olarak becerebilen oluşumları tarif eder. Biz insanlar, bu meziyete doğal olarak sahibiz. Kendimizi bir sistem elemanı yerine muktedir ve özerk bir şahsiyet olarak ortaya koyduğumuz her an yönümüzü bilir, ferahlığı yakalarız.
Medeniyetin ibresi, neredeyse her alanda, zıt uçlar arasında periyodik olarak salınıp duruyor. Bunu görmek için parspektifi genişletmek yeterli. İbre nerede olursa olsun, bir yetişkin olarak hayatta yer almak, karar vermek ve eyleme geçmek özgürleştirici bir tutum.
Özgür bir varoluşun belirtisi ise kendine has bilgi üretebilmek, bence.
Kabanı giyip, terminalin başında işini yapmak.
Isıyı içerden üretmek.
Hareket etmek.
Sana ait lezzeti vermek.
Ve tat almak.