My Old Writings 8

This is another short story written in 2004.

Susuyorlardı.

Ağır ahşap dekorasyonlu, yüksek tavanlı, büyükçe bir salonda bir tek ses duymadan geçen her saniye, beynime saplanmış paslı bir çivinin ağır ağır ilerlemesi kadar azap vericiydi.

Bir kez daha yoğun bir nefret krizine girdim.

Bu o denli saf ve insana özgü bir duygu ki kendimi ona kaptırmadan bir gün bile geçiremedim son altı yıldır. Medeniyet tarihimiz nefret duygusunun doğurduğu olaylar ile dolup taşmış durumda neredeyse:

İblis ile insan arasında başlamış, tanrı ile insan arasında patlak vermiş, Habil ile Kabil arasında ilk kez ölüme sebep olacak boyuta gelmiş, bin yıllarca değişik nedenlerle sürdürmüşüz bu kutsal mirası ve şimdi de benim damarlarımda dolaşıyor. Kan kırmızı nefret!

İnsan beyninden başka bir mekanı yoktur nefretin bu dünyada. Başka hiçbir canlı türüne verilmemiş bir duygu bu. Altı yıldır çözümlemeye çalışıyorum. Sonunda matematiksel olduğuna karar verdim. Toplama veya çarpma gibidir nefret. Öncelikle bir insanın beynine çöreklenir. İşleme dahil olan ilk taraf nefret sahibi olan kişidir, diğer taraf ise herhangi bir varlıktır. Ve savaş başlar. Son derece akıllıca hareket etmeniz gerekir her savaşta olduğu gibi. Bu mantıksal işlem birkaç farklı sonuç doğurabilir:

Bir, nefret sahibi, muhatabını yok eder. Yani kazanç.

İki, muhatabı, nefret sahibi kişiyi yok eder; kayıp!

Üç, hem nefret eden, hem de nefret edilen yok olur; beraberlik.

Dört, buna pek az rastlanır, kişi nefretini bastırır ve hükmen mağlup olur.

Kimileri son durum için bir erdemdir dese de buna inanmayın. Bariz bir yenilgidir yaşanan.

Bu bitmek bilmeyen suskunluğa karşı açtığım savaşta pek de üstün durumda değildim. Fakat kahramanca hareket etmem gerekiyordu. Lastik ayakkabılarımı cilalanmış zemine sürterek insanın içini titreten gıcırtılar çıkarmaya başladım. Yaklaşık bir dakika sonra salonda kınayan uğultular duyulmaya başlandı. Kazanç!

Tam karşımdaki yazıcı kadın sanki yaptıklarımın sebebini anlıyormuşçasına manidar bakışlarını dikmişti üzerime. Gülümsedim, gülümsedi. Burası her an daha da eğlenceli bir hal alıyordu.

“HERKES AYAĞA KALKSIN!”

Kalktık.

Hakim geldi ve keskin hareketlerle kuruldu makamına. Hemen savcıya söz verdi. Savcı, bir deri bir kemik kalmış, kısa saçlı, kumral, yaklaşık kırk beş yaşında, tahminen menopoz sonrası boyu bir miktar kısalmış sevimli bir kadındı. Suçlarımı okuyordu ağır ağır.

Çölde iz sürmek zordur. İz bırakmadan yol almak da. Issızlığın ortasında, mavi göğün ve sarı güneşin altında ve beyaz ehram içinde, ve bir lokma yiyeceğe, bir yudum suya sağ kolunu feda edecek kadar muhtaçken ve kadınından uzakta ve yılanların, akreplerin dilini konuşamıyorken ve her rüzgar sana sıcak kumu mezar etmeye çalışırken bir yeşil yaprağa rastlarsan, ananın kucağındaymışçasına mutlu olur, yüz sürersin ona. Sonra denizin sesi çalınır kulağına. Sonra kadının seslenir. Bahçeye koşarsın son kuvvetini de harcayarak.

“Asmaları üzüm basmış. Toplayalım.“

“Toplayalım.”

Sen sepeti tutarsın, o salkımları toplar.

Sen kazanı tutarsın, o, güzel ayaklarıyla üzümleri ezer.

Deniz suyuyla yıkarsın ayaklarını.

Beyaz ve serin kucağında bir yıl uyursun.

Şarap olur üzüm suyu.

Çölde yol almak zordur. Dağ yoktur, tepe yoktur, altındaki düz kumdur ama yön yoktur, yol yoktur, yoldaş yoktur. Beden dayanamayınca, beyin sanal konfor sunmaya çabalar, başarır da.

Şaraba bir damla kan düşer. Bir damla daha. Altın kadeh devrilir beyazın üstüne. Ellerin kan olur, yüzün kan olur, kadın ölür...

Çölde gerçeğin ayırdına varmak zordur. Yüzünü kanla yıkadığında netleşir gördüklerin, bir an tazelenirsin. Toprağa düşen bir ceset, göğe yükselen bir can seni bir dahaki sefere dek ayakta tutar. Bu yüzdendir ki buz çölerinde kutup ayılarının, kum çöllerinde arslanların yüzünden eksik olmaz kan lekesi. Çölün kralı olursun.

“...gerçekler ışında, sanığın idamını mahkemeden talep ediyorum!” diye bitirdi.

Sessizlik olmadığı sürece beni rahatsız eden bir durum yoktu.

Tokmak tablaya üç kez düştü.

“HERKES AYAĞA KALKSIN!”

Kalktık.

“Delil ve iddiaların değerlendirilmesine, sanığın akli sağlının yerinde olup olmadığının tespitine, mahkemenin fi tarihindeki bir sonraki oturumuna kadar sanığın göz altında tutulmasına...”

-mesine, -masına, -mesine, -masına

Çölde, aklından geçen fiiller gereklilik kipindedir. Ne düşünmeye vakit vardır ne de yorum yapmaya. Gerçek yoktur, doğru veya yanlış da. Olmuşlar, olacaklar yoktur. Ve sen bunları aklına veya diline dolayarak vakit kaybedemezsin. Bu hataya düşersen, altı yıl sonra izini takip edenler seni bulur.

İnsanın kendine esir olması ve bu nedenle nefretini kendine yöneltmesi de izleri belirgenliştirir. Ve bir gün sessizlik bozulur. Sirenlerle, megafonlarla...

Bir sabah vakti, erkenden. Girit sokaklarında taze bir meltem eserken, kadınının kemiklerini çıkarırlar bahçenden. Beyaz ellerinin arasında bir altın şarap kadehi tutmaktadır...

“HERKES AYAĞA KALKSIN!”

“Sanığın hiçbir aklî bozukluğunun bulunmadığına ve birinci derece cinayetten suçluluğuna...” Kendimle olan savaşın sonlarına geliyorum artık...

“...fi tarihinde vücuduna kimyasal şırınga edilerek yaşamına son verilmesine...”

Sonuç pek de şerefli sayılmaz ama kurallar dahilinde: Beraberlik.

“...hükmedilmiştir!”

Susuyorlardı.

Çöl sessizdir. Sinsidir. Gördüklerin vardır, duydukların değil. Çölde savaş vardır. Ölümün sessizliği ile zihninin çığlıkları arasında bir savaş.

Kalem, o koca salonda gök gürültüsünü andıran bir sesle kırıldı.

Kazanç!

No comments: