My Old Writings 4

This was written in 2003. This one has some brilliant passages :)

Vadiye bak.

Yalçın kayalar. Isınmış, buz gibi kayalar.

Ömrü üç aylık ayrık otlarınca yırtılmış kayalar.

Gri, yalçın kayalar.

Kaderini alt edip, yukarıya baş vermiş kayalar.

Gözlerini göğe dikip de bu güzelim mavi boncuğa düz diyen insanlara lanet olsun.

Yağlı urgana kırk düğüm atıp , üflüyorum nefretimi onların üzerine.

Suyla, kanla açılmıştır vadileri dünyanın.

Davetimi mi istersin lanetimi mi?

Yalvarıyorum çık artık dışarıya. Beni boğmandan hoşlanmıyorum.

Bir an için boşal dışarıya ne olur. Özgür hissedemiyorum kendimi. Kelebeklerin çığlığı gibisin kafamın içinde.

Oda bembeyaz kireçle badanalanmış kerpiç duvarlara sahip. İçerisi alabildiğine aydınlık. Kör edici bir aydınlık. Pek bir eşya da yok. Zarif ayakları "S" şeklinde kıvrılmış ahşap eski bir sehpa. Üzerinde altın yaldızlı sivri uçlu bir makas... Pırıl pırıl.

Portakal ağaçlarının kokuları geliyor dışarıdan.

İpek bir gecelik. İçinde uzun siyah saçlarıyla yalın ayak dikilen bir kadın.

Aydınlık, kör eden aydınlık göstermiyor kadının gözlerini. Ayakları seçiliyor sadece. İnce yapılı, buğday renkli, düzgün, uzun parmaklı. Gökkuşağının altından geçerek gelmiş odaya. Sevmiş bir iki defa. Sevdikçe uzamış saçları. Saçının beline düşen kısmında ilk yarinin belli belirsiz kokusu, daha yukarıda bir sonrakinin hasretinden ağarmış bir bölüm, saç diplerinde ise portakal kokusu.

Bir adım ileri, bir adım daha; çok yakınındayım. Dokunmak gelmiyor içimden, konuşmak gelmiyor. Makası alıp kesmek saçlarını, yavaş yavaş kesmek. Ne ilkinin kokusu kalsın, ne ikincinin hasreti. Kör eden ışık içerisindeki portakal kokusu kalsın.

Mavi taşlarla bezenmiş boynu çıktı meydana. Köprücük kemiği tatlı bir kavisle omzuna uzanıyor. Saç kırpıntıları yapışmış sırtına, göğsüne... Yanağından aşağıya bir damla süzülüyor, çenesinden boyun köküne, oradan memelerinin arasına ve karnında son buluyor damlanın keyifli seyahati. İpek gecelik ıslanıyor.

Bir adım geri, bir adım daha; kapı arkamda. Kadın yerinde, pencerenin yanında. Saçları yerde. Gözyaşı geceliğinde. Makas elimde. Duvarlar bembeyaz. İçerisi çok aydınlık. Alnım uyuşuyor, belli belirsiz ateş böcekleri uçuşuyor zihnimde. Sükunetimi korumam gerekli, dizlerimin üzerindeyim. Ayakları seçiliyor sadece. Kalp atışarımı duyabiliyorum. İster istemez sayıyorum. Saydıkça hızlanıyor. Bir iki üç dört beş...

Elimi tutup ayağa kaldırıyor beni. Pencerenin yanında buluyorum kendimi. Elim elinde.

“Vadiye bak” diyor. “Bizi çağırıyor kayalar.”

Kadın yok. Makas yok. Oda yok.

Yalnızca sen ve ben ve kağıt ve üzerinde bir dizi kelime. Anlamsız maceraların sonunda neler hissedildiği bir maceraya anlam katan öğeler kadar açıktır.

Sarp kayalardan aşağı vadiye doğru bakarken, ve gözlerini kapatıp serin rüzgarın tenini okşadığı o eksiksiz ve bitmesini hiç istemediğin anda; kadını, erkeği, makası, odayı, sehpayı, saçları düşünmezsin. Gözlerini açıp başını yukarı doğrulttuğunda derin, aydınlık mavinin ufuktaki kavisini hisserek saymaya başlarsın kalp atışlarını. Bir iki üç dört beş...

Kırka geldiğinde çözülür yağlı urganın kara büyülü düğümleri.

Gökyüzü bir boncuk kadar yuvarlaktır artık. Binlerce yıldır toprağa düşüp derin vadiler açan suyla kandadır lanetimin keskinliği, davetimin enginliği.

No comments: