My Old Writings 10

A short story by 2004. An intresting fantasy :) I like the "words in the sky" theory.

Gözlerim açık!

Ne zaman hayranlık duyulana ulaşılacak? Ne zaman insanlığın içinde olduğu keder bitecek? Niçin her zaman aklımıza ilk geleni söyleriz de kendi hüsranının içinde kaybolmuşların şiirsel çığlığını duymazdan geliriz? Soruların sonunu bulmaya çalışmak elbette ümitsizliğe iter insanı. “Ümidini yitirdiğinde bulacaksın çıkışı” temasını işleyen yüzlerce yazı, onlarca kitap yazılmıştır bugüne dek. Bir fincan çayı anlatan altı cilt kitap yazılmıştır, ümitsiz aşkın yüceliğini işleyen destanlar vardır dünya edebiyatında; kayboluşun buluş için en iyi başlangıç olduğuysa doğru olan, varlığın özü yoklukla anlaşılacaksa, insan bir gün asla düşünü dahi kuramayacağı renkler içeren resimler yapacaksa, ya da kendi pisliği içinde titreyerek varlığını toprağa teslim edecekse zift karası bir Kasım gecesinde; hangi mesihin demeçleri su serpecek yüreklere, hangi melodi alıp götürecek bizleri üzerinde masmavi göğün yükseldiği yeşil tepelere?

Gözlerim tamamen açık, kalbim durmadan pompalıyor damarlarıma kızıl yaşamı! Yanağımdan aşağı süzülen ılık damlanın nedeni kimin şiiri? Mideme doldurduğum sarı parıltı, ciğerlerime çektiğim mavi duman, üzerinde eridiğim esmer kadın ve uzun süredir aklımdaki yerini zerre kadar değiştirmeyen sabit fikir: YER DEĞİŞTİRMEK! Bir yerde ölüp başka bir yerde doğmak. Tertemiz! Teknolojiden habersiz, savaştan ve güçten habersiz, hamile pornosundan, çocuk fuhuşundan habersiz, yazılmış milyonlarca satırdan ve yazılmakta olanlardan uzak, her saat ve her saniye nöronlarımı uyaran ve beynimi çürüten onlar-binler-milyonlarla ölçülebilecek veri akışına maruz kalmayacağım halde, su kadar şekilsiz ve su kadar berrak!

Gözlerim açık! Dört kişilik, son derece güçlü bir motoru olan mavi bir araba kullanmaktayım. Gidiyorum bilmediğim bir yere doğru. Hedefi bilenler, sessizce çığlık atan trafik tabelaları. Önüm boş, dikiz aynasında uzanıyor yılan gibi asfalt. Huzur! İnsanlığı düşünüyorum. Yakınımda olup da bana medeniyeti anımsatan şeyler son derece sınırlı: Ben, arabam ve yol. Bu ıssızlığa yol yapmayı kimler düşünmüş diye soruyorum kendime. Issızlığı gidilebilir kılan şey, harıl harıl çalışmış olan kalabalıklar mıdır hep? Milyonların yaşadığı şehrin göbeğinde ıssız, sakin bir lokanta açar birileri. Sana senle olma şansı verirler. Buralarda sigarasının dumanıyla dertleşen, kendi kahvesinin falına bakan kadın ve erkekler vardır. O kadın ve erkeklerin dünyasına hiç kimse giremez: Sigaramın dumanına söylediklerimi tek ben bilirim, kahvemin telvesindekileri bir sır gibi saklarım. Belki sizler bu davranışımı son derece sosyallik dışı, ketumca bir tutum olarak nitelersiniz fakat benim kuramım biraz farklı:

Bir nefes dumana yüklü kelimeler, kimse duymadan, helezonlar çizerek havaya karışır. Kim bilir ne zaman yağmur olup yağacaklar? Sema sözcüklerle dolu. Bu sebepledir ki sessizliği paylaşanlar, sıra konuşmaya gelince havadan bahsederler ilkin. Söylenmemişler olmasa, ne havanın tadı kalır ne de muhabbetin. İki düşünüp bir söylemenin getirdiği bilgeliğin sırrı burada saklıdır. Aşk söylenmeyene duyulur. “En güzel söz henüz söylenmedi” demiştir sarışın ve uzaklarda ölmüş olan şair. Bu sözler bir zaman sonra yağmur olup yağacak. O yağmurun suyuyla kahve yapılacak, su telvede iz bırakacak. Sudaki sözcüklerin izleri! Fal bakılacak; sözcüklerin izi sürülecek. Ve fal çıkacak! İşleyiş böyle olmasa bin yıldır kahve falına neden bakılsın? Gelelim şimşeklere: Birbirine düşman olanların söylemeyip göğe taşıdığı kelimeleri taşıyan bulutlar karşılaşınca gök gürler, şimşek çakar. Bunlar söylenirse ne olur? SAVAŞ!

Anlattıklarım delice belki ama hayatta kalmak için, hayata anlam yüklemek için yapılan, aşık olmak da dahil, çoğu hareket kadar delice. Tüm bunların yanında ıssızlığa talep o denli yoğundur ki içinde mahşer kalabalığı barındıran şehirde birkaç aya kalmaz yok olur o sakin ve sana güzel yemek ve içkiler eşliğinde seni sunan vaha.

Yolda yaşadığım da bu oldu: TRAFİK SIKIŞTI! Tahminen bir yerleşim bölgesi yakınlarındaydım. Giriş tabelası olmayan bir şehir. Yaşadığım kentten alışıktım sıkışan trafiğe. Bir saat sonra hala aynı yerdeydim, üç saat sonra aynı yerdeydim. Motoru susturalı dört saat otuz dakika geçmişti ve yoldaki araçlarda en ufak bir haraket dahi yoktu. Olanlar mı? Klakson sesleri, küfürler, sesi sonuna kadar açılmış radyolar, arabanın içinde sıcaktan bunaldığı için kendisine işkence yapılıyormuşçasına çığlıklar atarak ağlayan bebekler, sabırsızlık, kapana sıkışmışlık dolu histeri nöbetleri, yan arabadaki seks makinası kadını etkileme çabaları, curcuna, yolu tıkayan şeyi görememenin verdiği inanılmaz merak ve bu merakın giderilemeyişinden kaynaklanan çaresizlik ve yarı delilik, cehennemi andıran sıcaklık ve ıssızlığın ölümü.

Tam iki gün geçti. Koskoca iki gün. Artık hareket edemiyorduk. Şehrin ortasındaki vahanın kayboluşu gibi bu uçsuz bucaksız ve sonu belirsiz yol ile bağdaştırdığım yeniden doğma duygusu ve hedefimin mahremiyeti kaybolmuştu. Arzı aşan bir talep ile başbaşaydım. Başbaşaydık. Umut dolu yolu doldurmuş olan yüzlerce otomobil, karavan, kamyonet, arazi aracı günledir bir santimetre dahi ilerleyememişti. Neler olup bittiğini anlayamıyorduk ama temel ihtiyaçlarımızı gidermemiz gerekliydi. Biz de giderdik. Önce araçlarımızda bulunanları yeyip içtik, onlar bitince alet çantalarıımızdaki çekiçlerle avlanmaya başladık. Ve ister istemez sosyalleştik. İş bölümü yaptık. Seviştik. Arabada sevişmek bir fantezi değil, zorunluluktu artık. Neden ilerleyemediğimiz konusunda tahminlerde bulunduk. Efsanevi sözler edenler çıtkı yaşlılar arasında: Devlet kapatmış yolu. Çünkü bu yolun devamı çok gizli askeri araştırmaların yapıldığı üslere gidiyormuş ve bizler onların çarklarına çomak sokmak isteyenlermişiz. Bu yol bizim kaderimizmiş ve de lanetliymiş. Hepimiz lanetlenmişiz ve burada ölmeye mahkum olmuşuz. Daha neler neler... Ben ise basit düşünüyordum. Ya ileride, benim gibi huzura direksiyon sallayan biri feci bir kaza yapıp yolun kapanmasına neden olmuştu ya da yol bitmişti. İki olasılık da ders verir nitelikteydi: Umuda yolculuk eden birilerinin başarısızlığı diğer umut yolcularına atalet verir veya umut bitmiştir ki bu da atalet verir. İlginçtir ki kimse geri dönmek istemiyordu. Burada kalınması gerekiyordu sanki. Buradan çıkış vardı ama yoktu. Burası umut şehriydi. Ve bu umut şehrinde lider ruhlu insanlar baş göstermeye başladı. İnsanlar takımlara ayrıldı. Avcı takımı, çocuk bakıcısı takımı, aşçı takımı, izci takımı ve yönetim konseyi. Ve homurdanma başladı. Bütün bu çabalar kadere boyun eğmişlikti, burada tıkılı kaldığımız gerçeği ile yüzleşmekti, artık farklı bir yerlere gidilemeyeceğinin kabullenmişliği idi.Yeniden doğumdu. Kendimizi olmak istediğimiz halimiz ile tanıtıyorduk. İsimlerimiz farklıydı artık. Kadınlarımız farklıydı, görevlerimiz farklıydı. Ve homurdanlamalar sürdü. Yönetim konseyi insanlara haketmedikleri şekilde davranıyordu. Tek yaptıkları kararlar almak ve toplulukları bu kararlar doğrultusunda memur etmekti. Tek farklılıkları kaba kuvvetleriydi. Basit kurallarımız vardı. Kimse konseyden izinsiz aracının motorunu çalıştıramazdı örneğin. Çıkan anlaşmazlıklar dövüşerek aşılıyordu. Karşısındakini pes edene kadar döven haklıydı. Sanki bilgi çağının hüküm sürdüğü koca şehirlerden gelmiyorduk. İlkeldik. Modern dünyada faşizm, feodalizm diye adlandırılan sistemlere tâbiydik. Yavaş yavaş geleneklerimiz oluşmaya başladı. Küp isimli filmi izlemişsinizdir. Altı insan kendilerini bir küpün içinde bulurlar. Tek amaçları oradan çıkmaktır artık. Yöntemler geliştirirler. Ve o altı kişiyi mesleği polislik olan irice bir zenci örgütler ve yönlendirir. En güçlü odur. Bu gruptan bazılarını öldürür sonunda. Ama küpten çıkmayı başarabilen tek kişi zihinsel özürlü olan aynı zamanda 16 basamaklı sayların faktöriyellerini hesaplayabilen çocuktur. Yaşadıklarımız bu filmi andırıyordu ve kurtuluş delirmekti ya da çok yetenekli olmak veya ikisine birden sahip olmak. Başlangıçta evlerimiz arabalarımızdı. Sonra, güçlüler yaşayacakları arabalara kendileri karar vermeye başladılar. Bazı genişçe arabalara birkaç araç sahibi dolduruldu. Onların arabalarına el konulmuştu. Komşuluk ilişkileri sıkıydı. Yağmurlu günlerde herkes “hanelerine” çekiliyordu ve camdan sohbetler başlıyordu. Yolun bittiği bu yerde, medeniyeti en başından kurmak görevi var olan medeniyetten kaçanlara verilmişti. Ve yaşadıklarımız tarih kitaplarında okuduklarımızdan farklı değildi. Etnoğrafya, antrolopoloji, siyaset bilimi gibi alanlarda uzman birkaç kişi daha üst düzey demokratik yaşam modelleri önerdiler. Bunlar 12 kişiydi. Önce rahat tartışabilmeleri ve somut bir model oluşturmaları için bir kamyona yerleştirildiler. Sonra bir gece o kamyon yandı.

Alevler çok yüksekti. Ve çok sıcak. Kamyon benim arabama çok yakındı. Çığlıklar, ağlamalar, korku ve ölüm sıcaklığını tüm hücrelerimle algılıyordum. Alevler yüzümü yalıyordu ve radyomda derin duygular yüklü bir şarkı çalıyordu.

Gözlerim kapalı!

Ölüm bizleri çoğu zaman tahmin ettiğimiz köşelerde yakalar. Yaşamda tahmin edilebilirlik arttıkça arayış da artar. Rüyalar tahmin edilebilir. Rüyalar izlenebilir. Bir zaman gelecek ve her tür yaşamsal tadı son zerresine kadar alabilmek adına yüzbinlerce elekrot bağlatacağız vücutlarımıza. Hasretliklerimiz kalmayacak. Nefretlerimiz kalmayacak. Kadınların içinde yaşayacağız asla doğma fırsatı bulamadan. İçinden çıktığımız kadınların içine girebilmek adına hayatımıza çeki düzen vermiyor muyuz zaten? Etkili bakışlar, baskın ses tonu, geniş omuzlar, dilim dilim karın kasları, pahalı berberler, başarı, güç, derin düşünceler... Kendimi ayrı tutmuyorum! Aynı boka bulanmış vaziyette birbirimizi kokluyoruz. Her huzursuzluğumuzda yeni bir yol. Baştan almak istiyoruz. Gitmek ve huzur bulmak arzusu ile yanıp tutuşuyoruz fakat gidilecek yerlerin sonluluğu sorununu her zaman göz ardı ediyoruz. Umutlar bitince ilkele dönersin ve doğana teslim olursun. Temel güdülerine uyarsın. Öz benliğinin, içindeki hayvansı varlığın, üzerine özene bezene yaptığın her yama birer birer çürüyüp toprağa düşer ve sadece yaşaman ve uyum sağlaman gerektiği gerçeği ile başbaşa kalırsın.

Sen de gözlerini kapat ve trafik sıkıştığında gözlerini aç ve yandaki aracın içindekilere bakıp düşün. Kaza mı var, yol mu yok? Belki yanda seni anlayıp gülümseyen birileri vardır.

No comments: